Son zamanlarda ‘ifade özgürlüğü’nü savunanların aynı zamanda tek-parti dönemine ‘anlayışla yaklaşılması gerektiği’ni savunmaları, başlı başına bir mesele… İsterseniz, neyin ‘anlayışla karşılanması gerektiği’ne ilişkin bir örnek vereyim…
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 27 Mart 1930 tarihinde, Başbakanlığa yazdığı bir yazıda, 1929 yılının son günlerinde ünlü muhalif gazeteci Ârif Oruç tarafından yeniden yayınlanmaya başlanan Yarın gazetesi hakkında soruşturma açılması için izin istiyordu. İddiaya göre, gazetenin 9 Mart 1930 târihli 84. sayısında yayınlanan “İbret ve Hayret” adlı makale, “hükûmetin manevî şahsiyetini tahkir mahiyetinde” bulunmuş ve Türk Ceza Kanunu’nun 160. maddesi gereğince, makale sahibi “Ârif Oruç Bey ile gazete müdürü mesulü ve mümessili hakkında” yasal soruşturma açılabilmesi için İstanbul savcılığı TBMM Başkanlığı’ndan izin istemişti.
Bozkurt’un davası…
TBMM Başkanlığı da, bu talep üzerine, dava açılabilmesine onay veren 1 Nisan 1930 târihli yazısında; “700.000 liralık verâset vergisi hakkında Yozgat mebusu A[hmet] Hamdi [Divanlıoğlu] Bey’in vuku bulan sual takririne, Maliye Vekili [Şükrü Saraçoğlu] Bey, 31 Mart 1930 tarihinde, Meclisi âlide cevap vermiş ve meselede suistimal olmadığını izah etmişlerdir. Buna nazaran mezkûr gazetenin bu husustaki neşriyatı, Meclis’in şahsiyeti manevîyesine tecavüz mâhiyetinde olduğu cihetle, hakkında takibatı kanuniye ifasını rica ederim efendim.” diyecektir.
Bozkurt, bu kez 8 Nisan 1930 tarihinde, yine Başbakanlığa yazdığı bir başka yazıda da, Yarın gazetesi hakkında soruşturma açılabilmesi için izin istiyordu. İddiaya göre, gazetenin 7 Nisan 1930 tarihli 112. sayısında yayınlanan “Bizi Men Edemezsiniz” adlı makale, “hükûmetin manevî şahsiyetini tahkir eder mahiyette” bulunmuştu ve bakanlık, Türk Ceza Kanunu’nun 160. maddesi gereğince, yasal işlem yapılabilmesi için, TBMM Başkanlığı’ndan izin istiyordu. İşlem, adeta yıldırım sürati ile tamamlanacak ve yazı, yine aynı gün, 8 Nisan 1930 tarihinde, Başbakanlıktan TBMM Başkanlığı’na iletilecektir. TBMM Başkanlığı da, hemen aynı gün, 8 Nisan 1930 tarihinde, bu talep üzerine, dava açılmasına onay verecektir.
Yarın’da yayınlanan yazı…
Yarın gazetesinde yayınlanan “Bizi Men Edemezsiniz” adlı makalede şöyle denilmişti:
“Bizi Men Edemezsiniz...
Maalesef bu memleketin ve bu milletin siyasî hayatında bütün benliğini istismar etmek isteyen bir zümre vardır. Bu zümre sandalyeden asla ayrılmak istemeyen ve daima fenalıklardan [fenalıklara] devam edenlerden mürekkeptir. Kendilerini bir kudret menbaı farz eden bu biçareler, işte memleketi bugünkü hâle sokmuşlardır. Açlık ve sefaleti doğuran ve bu sefaletin karşısında gülümseyen çehreleri, emin olunuz, ruhunda ateşin cevherler bulunan, taşkın milliyet hislerile yaşayan bu millet asla affetmeyecektir.
Zulüm ve şiddet, ancak muvakkat bir müddet için icrayı saltanat edebilir. Şuur ve selim akla malik bir milletin huzurunda, ezmek ve ezdirmek siyaseti takip edilirse, netice itibarile, hakikatleri ezenler mahvolurlar. Bir gün elbette bize fenalık yapanlar cezalarını bulacaklardır. İşte o
zaman, bugün güle güle seyrettikleri gülünç mana ve mefhumsuz vaziyetleri acı acı idrak edeceklerdir.
Gazi [Mustafa Kemal Paşa] devrinde haksızlık, kanunsuzluk asla sökmez. Nitekim büyük Gazimizin milletin başında bulunması, bu hakikatlerin tahakkukuna en kuvvetli zamandır.”
Şükrü Kaya da müdahil…
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, hemen ertesi gün, 9 Nisan 1930 tarihinde, Başbakanlığa yazdığı bir başka yazıda, Yarın gazetesinin yasaya aykırı olduğunu iddia ettiği yayınına ve Ârif Oruç’un tutuklu bulunduğuna değiniyordu:
“Yarın gazetesinin birkaç zamandan beri yaptığı neşriyattan dolayı, mesûl müdürü ve sahibi imtiyazı Ârif Uruç
[Oruç] Bey aleyhine kanunî takibata tevessül edilmiş ve kendisi adliyece tevkif altına alınmış olduğu ve bu vaziyet karşısında gazete neşriyatından mesuliyet deruhte etmesine imkân kalmadığı cihetle, başka mesul müdür göstermesi ve bunu gösterinceye kadar gazetesini neşredemeyeceği kendisine tebliğ edilmiş olduğu hâlde, bu tebligata riayet etmeyerek, 7 Nisan 1930 günü gazeteyi tekrar kendi imzasile ve daha şiddetli ve hez[e]yını âmiz yazılarla
dolu olarak neşrettiği ve makamı iddiaca dahi, Ârif Uruç [Oruç] Beyin mevkuf olmasına mebni, bu neşriyattan muatıp [muhatap] mesûl müdürsüz ve ihtirat hilâfına, gazeteyi çıkaran şahısların mevcuden iddia makamına tevdi edilmeleri, polis müdürlüğünden talep edilmiş ve gazeteyi basan matbuaya [matbaaya] da, mevkuf bulunan bu mesul müdürün imzasile gazetenin intişarı caiz olamayacağından, bu sûretle tab’a devam ettiği takdirde, kendileri hakkında da kanunî takibat yapılacağı tebliğ edilmiş olduğu, İstanbul vilayetinden [valiliğinden] bildirilmektedir.”
Şükrü Kaya tarafından, 9 Nisan 1930 tarihinde, Başbakanlığa yazılan bir diğer yazıdan, Ârif Oruç’un, Yarın dergisinin sorumlu müdürü iken, bu sırada tutuklandığı anlaşılıyor. Bununla birlikte, Kaya, yazısında, “tebligat hilâfına olarak neşredilen [Yarın gazetesinin] 7 Nisan 1930 tarihli nüshasındaki ‘Şemsettin Ertuğrul’ imzalı hez[e]yânâmiz” makaleyi de Başbakanlığın dikkatine sunmaktaydı.
SCF’nin kurulmasına sâdece dört aya yakın bir süre kalmışken, Yarın gazetesinin maruz kaldığı bu siyasî muamele,
1930 yılının bahar aylarında, siyasî atmosferde bir değişiklik olmadığını bize açık bir şekilde göstermektedir. Yarın gazetesinin başına gelenler ile rejimin yumuşamaya başlama eğilimi arasında bir paralellik bulunmamaktadır. Demek ki, bulunmak zorunda da değildir! Bazen literatürde iddia edilegeldiği gibi, tam bu dönemde Yarın gazetesinin yayınının, basında da serbestliğin bir parçası olarak değerlendirilmesinin ne denli yanıltıcı bir izlenim olduğu da, bu şekilde ortaya çıkmaktadır.
Bozkurt’ın olsun, Kaya’nın olsun, ‘ifade özgürlüğü’nden ne anladıkları ise, elbette tartışılmaya değerdir.
SARKİSYAN DA TOROSYAN’IN ‘ANILARI’NIN SAHTELİĞİNİ AÇIKLADI
Şaşırdınız mı? Şaşırmayın sakın; çünkü tarihçilikle politikacılık birbirine karışırsa, böyle karışıklıklar çok sık görülmeye başlanır. Ama hatırlayacaksınız tabiî; şu ünlü yüzbaşı Torosyan’ın ‘anıları’nın öyküsünü… Hani, şu Çanakkale’de ‘zırhlı batıran topçu komutanı’… Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan, Çanakkale’nin yüzüncü yılı anma toplantısına ve törenine davet edildi de, hani reddetti ya… Bizim medyada hiç yer bulmadı; fakat The Armenian Weekly’in web sitesinde yayınlanan 16 Ocak 2015 tarihli habere bakılacak olursa; Sarkisyan, davetin reddine ilişkin gerekçesinde, meğer şu ünlü yüzbaşıdan da söz etmiş… Diyor ki, Torosyan da, Çanakkale’de savaşmıştı. Sonra da Torosyan’ın başına gelen felâketlerden söz ediyor ve bütün bu öyküyü, 1915 Ermeni tehciri ve kırımına bağlıyor. Belli ki, Sarkisyan da Torosyan’ın acılı öyküsünden etkilenmiş…
Fakat o da ne? Sarkisyan’ın anlatımında, Torosyan’ın sahte olduğu konusunda epey yazılmış çizilmiş ‘anıları’nda olmayan bir son nokta daha var. Nedir o diye soracak olursanız; hemen belirteyim: Meğer Torosyan, sadece Çanakkale’deki başarısı nedeniyle madalya almakla kalmamış; fakat Sarkisyan’a göre, buna rağmen, bütün diğer Ermeniler gibi, o da öldürülmüş… Evet; yanlış okumadınız; öldürülmüş! Anlaşılan Sarkisyan, dersini pek de iyi çalışmamış…
Çünkü, Ermeni tehciri sırasında öldürülmüş olan bir Ermeni yüzbaşının nasıl olup da, yıllar sonra ABD’de anılarını yazdığını açıklamak çok güç olmalı! Böyle yazdım, çünkü biliyorum, diplomatik yazışmalarda kibar olmak gerekiyor! Yoksa ‘Sarkisyan, Sarkis Torosyan’ın anılarının sahte olduğunu itiraf etti’ diye manşet de atılabilirdi.
Geçende de yazmıştım ve örnek de vermiştim; olmamışı olmuş gibi göstermek ve tarihi bunun üzerinden yeniden yazmaya kalkışmak epey cüretli ve çetrefilli bir iştir; hele bir de olmamışın üzerinden bir olmuş öyküsü çıkarmaya çalışırken, dikkatsiz ve özensiz öğrenciler misali, olmamışın gerçekten de olmamış olduğu sonucuna varan açıklamalarda bulunmak, daha da sıkıntılı bir pozisyondur.
Doğrusunu isterseniz; ölümünden sonra anıları yayınlananlara çok rastlamıştım; fakat ölümünden sonra anılarını yazana ilk kez rastlıyorum!