Aylardır Doğu Akdeniz’deki millî menfaatlerimizi korumak için mücadele ediyoruz. Sadece, deniz hukuku ve hakkaniyet ilkesinin bize verdiği hakkı kullanmak istiyoruz ve haklıyız. Nitekim hiçbir kimse “Türkiye hukuksuz arama yapıyor” diyemiyor.
O halde problem ne? Problem, Avrupa’nın gücüyle Ege Denizi’ni yutan Yunanistan’ın, şimdi de Akdeniz’de karşımıza dikilmesidir.
Lozan’da Rıza Nur’un, “Ufak ve kayalık bir yermiş; neye yarayacak” dediği ve İsmet Paşa’nın da “Asya kıyısına yakınlığı sebebiyle Türkiye’ye bırakılacak adalar listesi”ne yazmayı unuttuğu için İngilizlerin Yunan’a bağışladığı(!) “Meis” adeta bütün Haçlı şövalyelerin toplandığı bir “korsan adası”na dönüştü.
Yunanistan sadece “Haçlının Hacivat’ı” rolü üstlenmiştir. Mitçotakis’i oynatan ipin bir ucu Brüksel’de diğer ucu ise Washington’dadır. Türkiye, üzerimize salınan bu şımarığı bırakıp, salanlarla hesaplaşmak zorundadır. Çünkü aslolan, Haçlı Batı’nın savaşıdır.
“Türk-Yunan anlaşmazlığını Türkiye-AB anlaşmazlığına dönüştürmeyi başardık” diyen Mitçotakis bilsin ki, zaten başından buyana AB ile savaşıyoruz, yoksa; çoktan bitmişti.
BATI’NIN BİZİMLE ASIL DERDİ NE?
Türkiye, Batı’nın; başlangıçta çizdiği çerçeveden çok uzaklaşmış durumdadır.
“İngiliz derin devletinin doğu kanadı” diyebileceğimiz “Şark Komisyonu” Ocak 1919’da, Arthur Balfor’un başkanlığında toplanmış, mağlup Türkleri ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Buradan çıkacak karar; Avrupa’nın yeni stratejisi olacaktı. Bu “derin” toplantının raportörlüğünü de, çok iyi tanıdığımız Lord Curzon yapmıştı.
Curzon’un raporuna göre katılımcıların çoğu, “Benzeri görülmemiş bu veba çıbanını (bizi kastediyor) söküp atmak için bir fırsat doğmuştur, kaçırılmamalıdır, benzer fırsat, birkaç nesil daha gelmeyebilir” diyordu.
Yani “Fırsat elimize geçmişken Türkleri Anadolu’dan tamamen kazıyalım” diyorlardı. Bazıları, “Muhammedi dünyanın tepkisi”nden endişe etmiş ise de diğerleri, “Bu endişe yersiz, çünkü İslam dünyası artık eskisi gibi Türkiye’ye bir bağlılık hissetmiyor” demişti.
Türkleri, geldikleri topraklara sürebilecekleri konusunda mutabık kalmışlardı ki, bazı delegeler; “Türk'ün yok olması, bir kötülüğün kökünü kazır ama onun yerine, öngörülemeyecek yeni fenalıklar doğabilir” uyarısında bulunmuş ve bu uyarı ciddiye alınmıştı.
Daha “garantili” bir yöntem uygulanmalıydı!
Lord Curzon’un raporuna göre komisyonun nihaî kararı şu olmuştu:
“Türk’ün tırnakları sökülüp, her nevi tehdit gücü elinden alındığı takdirde, zararsız bir yaratık haline gelebilir ve bir kez bizimle dostane ilişkiler kurunca da, Avrupa'nın hırslarıyla bizim Şark’taki mülkümüz (sömürgeler) arasında müspet bir tampon oluşturabilir.”
AVRUPA DA ESKİ TÜRKİYE’Yİ İSTİYOR
Bunlar aslında bütün Avrupa’nın “Türkiye kriterleri”dir ve Cumhuriyet döneminde yaşadıklarımızı, millî ve yerli bir bakışla değerlendiren herkes, bu kararın aynen uygulandığını, bu yörüngeden çıkmaya kalkan Türkiye’nin başına neler geldiğini görür.
Ama Türkiye son yıllarda çizgiyi tamamen aşmış ve Haçlı Batı’nın; yumuşak-sert bütün uyarılarını da başlarına çalmıştı.
İşte Batı için asıl mesele, Türkiye’yi tekrar, “zararsız yaratık” haline getirmektir!
Oruç Reis haftalardır Antalya Limanı’nda beklediği halde zirveye çıkan “AB Ambargosu” lakırdılarını, Macron’un küstahlıklarını, Amerika’nın “Ya benim olursun, ya belanı bulursun” tehditlerini ve kendileri için “güvenlik” bizim için “güvensizlik” unsuru olan NATO’yu bu gözle değerlendirmediğimiz sürece, isabetli teşhis koyamayız.
Bizi tekrar “Batı’nın bendesi” yapamadıkları sürece bizimle dertleri bitmeyecektir. Ama zerre kadar özgür ruh taşıyan her Türk ferdi, Avrupa’nın desteklediği(!) onursuz bir Haçlı kölesi olmaktansa, onurlu bir yalnızlığı tercih etmelidir.
Azerbaycan’ın, bu Haçlılardan 30 yıl adalet bekledikten sonra sergilediği onurlu silkiniş sonrasında ulaştığı muhteşem zafer, anlatmaya çalıştığımız “millî duruş”un en güzel örneğidir…