-ROMA-
Bizi bardaktan boşalan bir yağmur karşıladığı için Roma’da ilk gün gönlümce mesai yapamadım. Bari müzeleri ziyaret edelim dedik ama bunun randevuyla mümkün olduğunu ve alabileceğimiz ilk randevu için Roma’ya tekrar gelmemiz gerektiğini öğrendik...
Geriye, cafeden cafeye atlayarak yağmur altında Roma keşfi kalmıştı yine...
Genel görüntüye bakılırsa pek de yanmış bir Roma görüntüsü yok. Avrupa ve kriz kelimelerinin bu kadar sık kullanılmasına rağmen, dolu dolu yaşayan bir şehirle karşılaştık. Bizi cafeye hapseden yağmur bile hayatı rolantiye alamamıştı. Roma’daki gazeteci ve diplomatlarımızdan edindiğimiz izlenimler de ‘kriz’in izafi olduğunu, refahın azalması anlamına geldiği gösteriyor. Yani Avrupa’yı, doktorun “kendi haline bırakın” dediği ihtiyar bir hasta olduğunu düşünmeyelim. Hâlâ, siyasi ve ekonomik açıdan yok sayamayacağımız bir vefasız komşu olduğunu unutmayalım.
Eski Türkiye’yi istiyorlar...
Yukarıdaki genel izlenim ve acizane çıkarımlar size çok basit gelebilir ama bazen vahim sonuçlar basit hatalardan doğuyor.
Türkiye son dönemde ABD ve Avrupa’nın dikte ettiği dış politikayı değil, kendi zaviyesinden bakarak oluşturduğu ve özellikle ‘insan’ odakçı stratejisini uyguluyor. İyi de yapıyor. Onlar zaten asırlardır kendi oyununu oynuyor. ‘Eşme’ ile bir kere daha hatırladığımız gibi, köyleri hatta aileleri ayıran saçma sınırlar başka türlü nasıl izah edilebilir?
O bakımdan batının, ‘stratejik tabiyet’i bırakıp diplomatik milliyetçiliği uygulayan bir Türkiye’yi, her yolu deneyerek ‘hizaya getirmeye’ çalışmasından daha normal ne olabilir?..
Burada anormal olan, uluslararası ilişkilerin sadece diplomasi masalarında şekillendiğini zannedip masanın altını ihmal etmektir.
Sayın Erdoğan’ın başarısının en büyük sırrı olan ‘açık siyaset’ tarzı elbette dışarıda da en önemli kozumuzdur. Ancak, savaşta kaybedip masada kazanan İngiliz sinsiliğinin dizayn ettiği bir dünyada, bu dik duruşun getireceği sonuçların iyi hesaplanıp önlenmesi noktasında biraz zayıf kaldığımızı düşünüyorum.
Boşluklar boş bırakıldı...
ABD ve Avrupa gezilerimizde resmi heyet ve STK temsilcilerinden edindiğim intiba, Türkiye’nin son yıllarda diplomasiye altyapı oluşturan lobi faaliyetlerinde bir zaaf yaşadığı yönündedir. Bu da, zamanında bu faaliyetlerin havale edildiği kesimin saf değiştirerek Türkiye düşmanlarıyla paralel bir konumda; omuz omuza mücadele vermeye başlamasından kaynaklanıyor. Böyle bir yapıya bu kadar angaje olmak bir hataydı ama asıl büyük hata bunların saf değiştirmesinden oluşan boşluğun zamanında görülüp doldurulamaması ve yerli işbirlikçilerle daha da güçlenen şer ittifakının bertaraf edilememesi oldu.
Savaşı Ankara’ya taşımak...
Batı’nın çifte standardı yeni keşfedilen bir şey değildir ve devletin görevi bunun tespit ve telini değil teşhis ve tedavisidir.
Kaldı ki eskiden batının art niyetli siyasetçi ve işbirlikçi lobileriyle mücadele etmeye çalışan Türkiye artık onlara şartsız ve ölçüsüz destek veren strateji değiştiren yeni muhalefet destekli paralel müttefiklerine de karşı koymak zorundadır.
Buradan bakınca, bu gerçekler ortada dururken çözüm araması gerekenlerin sun’i çekişmeleri çok daha anlamsız görünüyor.
Yeni müttefikleri sayesinde artık kripto odalarımıza kadar uzanan şer ittifakının, uluslararası alanda sürdürdüğü mücadeleyi Ankara’ya taşıma taktiğine karşı herkes uyanık olmalı.