TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Aralık 2009’de yaptığı bir konuşmada, rahmetli Turgut Özal’ı önce anlamadığını, hatta onu “vatan haini” sandığını hatırlatarak şöyle demişti:
“Bir adam geldi. Dedi ki, ‘dünyaya açılın, ticaret yapın.’ Başta, ‘bu adam vatan haini midir, nedir’ dedik. Elimizde bir Murat 124 marka araba üretimi vardı. Onu mu dışarıya satacaktık... Ne diyordu bu adam. Ama rahmetli (Özal) bizden daha iyi düşünüyormuş. Dışa açılmayla beraber öyle bir gelişme kaydettik ki, bugün Avrupa’da satılan her üç televizyondan biri Türk malı .”
Evet, rahmetli Özal’ın liberal siyasetleri Türkiye’deki bazı “yerel” zihinlere “haince” gözükmüştü gerçekten. “Devlet küçülmeli” dediğinde yer yerinden oynamıştı mesela. Ne yani, devleti küçültüp de kapitalistlere, emperyalistlere peşkeş mi çekecektik? Devletin bırakın küçülmeyi, büyümesi, çok güçlü ve kocaman olması gerekmez miydi?
Oysa Özal “devlet küçülsün” derken “ülke küçülsün” demiyor, aksine devletin elini çekmesinin ekonomiyi büyüteceğini, bunun da ülkeyi geliştireceğini düşünüyordu. Nitekim öyle oldu. Özallı yıllar (1983-1993) Türkiye’nin altın dönemlerinden biri olarak tarihe geçti.
Siyasi kültürümüz
Özal’ın Türkiye’ye getirdiği daha pek çok yeniliğin (örneğin Kürt kimliğini özgürleştirmesinin veya “federasyonu da tartışalım” demesinin) “ihanet” gibi algılanmasının sebebi ise, Türkiye’nin yaygın siyasi kültürü idi.
Tarihsel kökleri olan, Kemalizm tarafından da iyice pekiştirilen bu kültüre göre, Türkiye’nin selameti, ancak çok güçlü, çok kuşatıcı ve çok merkezi bir devlet sayesinde mümkündür. Dolayısıyla ekonomide devletin küçülmesi, özel mülkiyetin gelişmesi ve hele de yabancı sermayenin gelmesi, ancak “vatanı satmak” olabilir. Siyasette fikir özgürlüğünün genişlemesi, “her kafadan bir ses çıkmasına” yol açacağı için çok tehlikelidir. Devlet yapısında merkeziyetçilik yerine adem-i merkeziyet önermek ise ülkeyi “parçalamak”tır ve “Sevr işbirlikçiliği”nden başka bir şey değildir.
Bu zihniyet, dediğim gibi, yaygın siyasi kültürümüzdür. Kemalistlerden komünistlere, ülkücülerden muhafazakarlara çok geniş bir yelpazede yankı bulur. (Muhafazakarların kayda değer bir kısmı son on yılda bu kültürden kısmen uzaklaşmıştır; ancak bu biraz da “Kemalizm musibeti” sayesindedir. Meselenin felsefesini ne kadar tartıştıkları tartışılır.)
Akıl almaz işler
Söz konusu devletçi ve merkeziyetçi siyasi kültür içinde bir tek liberaller ayrı dururlar. Çünkü onlar, siyasi felsefeleri gereği, “teşebbüs-ü şahsi ve adem-i merkeziyet”e inanırlar. Yani bireysel özgürlüğe ve siyasi gücün dağıtılmasına.
Bu fikirlerin her ikisi de Türkiye kalıplarına taban tabana zıt düştüğü için, liberal tutum çoğu insan için “akıl almaz”dır. Aklın bu durumu en kolay alma biçimi de, liberalleri “satılmışlık” ve “ihanet”le suçlayıp işin içinden çıkmaktır. Özal’a karşı yapıldığı gibi.
Oysa liberaller, tam da Türkiye’yi sevdikleri, onun selametini istedikleri için adem-i merkeziyeti, sınırlı devleti, fikir hürriyetini (“ağzı olanın konuşmasını”) savunuyor olabilirler. (Ki bence öyle.)
Aynı liberaller, terörün ancak daha fazla özgürlükle biteceğini düşündükleri için bazı “terörle mücadele” yöntemlerine karşı çıkıyor olabilirler. (Ben o kadar iyimser bir liberal değilim, ama söz konusu iyimserlikteki iyi niyeti görüyorum.)
Kısacası, liberaller de diğer siyasi kesimlerden daha az vatansever değildir. Sadece, vatanı sevme formülleri, Türkiye için hâlâ biraz “yabancı”dır.
NOT: Hayırlı bir iş vesilesiyle bir hafta izin kullanacağım. 8 Kasım’da inşallah yeniden buluşmak dileğiyle.