Artık sözün bittiği yerdeyiz. Dışişleri Bakanı, Dışişleri ve MİT Müsteşarları ile genelkurmay temsilcisi Türkiye’nin milli güvenliğiyle ilgili kozmik derecede mahremiyeti olan bir konuyu görüşmek üzere toplanmışlar. Kökünün nerede olduğu tartışılan bir yapının mensupları bu gizli toplantıyı dinlemişler, kaydetmişler ve yayınlamışlar. Ne uğruna? Görünüşte seçimlere birkaç gün kala hükümeti zora düşürmek uğruna.
Kaydedilip servis edilen konuşmaların içeriğini tartışmak kurulan tuzağa düşmek olur. Ama şu kadarını söylemek lazım: Böyle bir toplantıda akla gelebilecek her türlü senaryo konuşulabilir. Önemli olan nihayette hangi siyasetin ve hangi yöntemlerin tercih edilmiş olduğudur. Ne var ki söz konusu kayıtta iddia edilen sözler hiç geçmiyor zaten. İnsanları resmen aptal yerine koyup “şunu demek istiyor, bunu demek istiyor” denilerek bir algı oluşturmaya çalışıyorlar.
İnanmak isteyen zaten her şeye inanabiliyor. Buna inananlar da çıkacaktır. Ama toplumun büyük kesiminin bu olaya tepkisi son derece sağlıklı bir bakış açısının insanımızda var olduğunu gösterdi.
Zira devletin en mahrem bilgilerini ele geçirip bunları istedikleri zaman istedikleri gibi kullanabilen bir örgütün varlığının Türkiye’nin milli güvenliği bakımından ifade ettiği tehdit her şeyden daha önemli.
(Konuya bir parantez açarak şunun da altını en kalın çizgilerle çizelim: Hükümetin Suriye politikasını eleştirmek başka bir şey. Bu konularda kafa yoran ve kalem oynatan kişiler olarak üç yıldır bunları yazıp çiziyoruz. Ama devletin mahremiyetine ihanet bundan bambaşka bir şey. Böyle bir istihbarat operasyonunun kamuoyuna Suriye politikalarının eleştirisi ambalajı içinde sunulmasına izin verilemez. Böylesi bir tutumun en başta bu politikalara yönelik eleştirilerin meşruiyetini sorgulama konusu haline getireceğini de görmek gerekir.)
Başından beri bir şey söylüyoruz... Tartıştığımız mesele hükümet meselesi değil, devlet meselesi diyoruz. Bir ülkenin başbakanının telefonlarının dinlenip kaydedilmesi siyasi bir konu değildir. O devletin namusuna yönelik bir saldırıdır.
“Anarko-liberter” okurlarımız kusura bakmasın, devlet dediğimiz kurumun var olduğu bir yerde başka devletler hesabına yapılan faaliyetler hoş görülmez ve cezasız bırakılmaz. Bunu yapanların kendilerini dini cemaat olarak lanse etmeleri de bir şeyi değiştirmez.
Burada önemli olan sürdürülen algı yönetiminin tuzağına düşmekten kaçınmak. Çünkü bu işleri yapanlar “biz başka devletler hesabına kendi devletimize zarar vermeye çalışıyoruz” diyecek değiller. Onun yerine “hükümet ülkeyi savaşa sokmak istiyor, onu deşifre ediyoruz” yalanına sığınıyorlar. (Suriye krizinin başlangıcında ülkeyi savaşa sokmak için ellerinden gelen her türlü imkânı kullanarak hükümete baskı yapmaya çalışan, hatta resmen “ordu Şam’a” diye kampanya yapan kendileri değilmiş gibi üstelik...)
Bu operasyonlar çerçevesinde öncelikle Türkiye’nin milli çıkarlarının hangi ülkelerin milli çıkarlarına ve ne uğruna feda edildiğini sormazsak kurulan tuzağa düşmüş oluruz. Daha birkaç hafta önce bu konuda asıl sorulması gereken sorunun ne olduğunu yazmıştım:
“Başbakan’ın bazı telefon konuşmalarından yakaladıkları anlaşılan bazı doneleri hükümete karşı yürüttükleri psikolojik kampanya kapsamında kullanıyorlar. Ama Başbakan’ın konuşmalarından yakaladıkları bilgiler sadece bunlar mı? Başka neler öğrendiler kriptolu telefonla gerçekleştirilen görüşmelerden? Ayrıca Başbakan’ın dışındaki diğer yetkililerin, sözgelimi Cumhurbaşkanının, dışişleri bakanının veya genelkurmay başkanının konuşmalarından neler öğrendiler? O bilgileri ne yaptılar, ne yapacaklar? Asıl bunları sormak lazım.”
Hâlâ anlamayanlar için tekrarlayalım: Mesele siyaset meselesi değil, milli güvenlik meselesidir. Onun için diyorum, konuşmaların içeriğini tartışmak kurulan tuzağa düşmek olur diye. Vakti geldiğinde onları konuşur gereğini yaparız elbette. Ama bugün tek tek ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmamak gerekiyor.