1937’ye kadar Anayasa’da laiklik yoktu ama herkes biliyor ki bu dönemde İslam’a ve Müslümanlara yönelik katı, hatta “Jakoben” diye nitelenebilecek, “bazı kelleler gider” üslubunda laikçi uygulamalar mevcuttu.
Demek ki, Anayasa’da laiklik olmasa bile, bir yönetim, İslam’ın ve Müslümanların hayat alanlarını cehenneme çevirebiliyor.
“İnançlara saygılı laiklik” yaklaşımı, aslında laikliğin Müslümanlara hayatı dar eden yorumuna karşı bir talebi yansıtıyor. Başka herhangi bir inanç grubuna yönelik değil, çünkü Türkiye’de laikliğin ana karakteri İslam’ı ve Müslümanları sınırlandırma niteliği taşıyor.
Laikleşme, Osmanlı’nın İslam aidiyeti ve hakim millet anlayışının dönüştürülmesine yönelik bir operasyondur. Bu operasyonun bir yönü, Osmanlı’nın zayıflama ve çözülme döneminde Hıristiyan Batılı devletlerin gayrı Müslim azınlıklara eşit statü arama - oluşturma, sonra da o unsurlardan bağımsız üniteler çıkarma hamleleri ile ilgilidir. Bu, Osmanlı döneminde devletin anlayışını dönüştürme niteliğindedir. Cumhuriyet’e gelince Batılı devletlerin bu misyonunu, Müslüman halkı dönüştürme istikametinde, bizim devlet devralmıştır.
Bu süreçte İslam herhangi bir din, müslüman da herhangi bir vatandaş statüsüne indirilmek istenmiştir.
Ancak ben Cumhuriyet’in yine de “derin bilinç planı”nda, İslam’ı da, Müslümanları da “herhangi bir vatandaş” olmanın ötesinde gördüğünü düşünüyorum. Bu kaçınılmaz bir şeydir de. Güvenlik değerlendirmeleri yaptığında derin bilinç, Müslüman halkı dayanılabilecek ana unsur olarak görmekten kurtulamaz.
Burada Cumhuriyet’in, yukarda Batılı devletlerden devraldığını ifade ettiğim “Müslüman halkı dönüştürme misyonu”nu gerçekten isteyerek mi yaptığını yoksa kerhen ve zorlanarak mı böyle bir işe soyunduğunu irdelemek gerekebilir. Çünkü böyle bir misyonun, deyim yerindeyse yerli - milli bir hassasiyetle bütünleşmesi mümkün değildir.
Laikliğin, üzerinde, bu kadar savaş verilecek boyutta, olmazsa olmaz, tartışılmaz, kılına dokunulmaz bir konu olarak gündemimize girmesi gerçekten şaşırtıcıdır.
Şöyle sorulabilir:
- Şu an, Anayasa’da laikliğin var olduğu, buna karşılık belli ölçüde dindar Müslümanların da özgürlük duygusu yaşadığı bir ortam, neden dün yoktu?
Bu soruya şunları da ilave edebiliriz:
- Türkiye neden Tek Parti döneminde, sonraki zamanlarda böyle bir laiklik yorumunu hayata geçiremedi? Neden ezanı asli ifadeleriyle okuma imkanı tanıdığı için bir Başbakan asıldı. “Cumhuriyeti korumak kollamak” gerekçesiyle onca darbe yapıldı, yani millet iradesine asker tarafından el konuldu? Neden partiler kapatıldı, kapatılmak istendi? Cumhuriyeti korumak kollamak neden millet iradesi ile çelişti? Neden hukuk, kitap okuyan insanlara suçlu muamelesi yapacak şekilde tanzim edildi? Neden dini müesseseler kapatıldı?
Türkiye, bir laiklik yorumunun, demokrasiyi, hukuku, eğitimi, dış politikayı hatta ekonomiyi zehirlediği süreçlerden geliyor. Ben mesela 28 Şubat’ı “İslam çok oldu” gerekçesinin hareketlendirdiği bir “İslam’ı azaltma operasyonu” olarak değerlendiriyorum. Yıl 1997’dir.
Ak Parti için “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” suçlaması ile kapatma davası açıldığı ve halkın yüzde 47 küsurundan oy almış bir partinin ipten döndüğü tarih 2008’dir.
Ak Parti’nin İslam ülkeleri ile işbirliğini geliştirmesinin dışardaki güç odakları ile içerden birileri tarafından “Eksen kayması” gibi yorumlandığı tarih bu tarihlerdir.
Ben, “Laikleşme süreci” ile Osmanlı’ya ve sonraki zamanlarda Türkiye’ye karşı gerçekleşen emperyalist kuşatmanın paralel geliştiği gibi bir düşünceyi önemsiyorum.
İş, sadece devletin inançlara karşı eşit mesafede olması ve her inanç grubunun kendi inancını özgürce yaşaması işi değildir. Eğer devlet ve bu ülkenin Müslümanları, Türkiye’yi kimliksiz bir aidiyetin konusu olarak görselerdi, her şey, her şey çok başka olurdu. Laik kimliksizleştirmeye rağmen devlet de Müslüman halk da böyle görmüyor. Bunu anlamak için sadece şartlanmaları aşıp, olayı biraz bilinçle okumak gerekiyor. Bilinçle evet.