2011’e göre düşük bir katılımla gerçekleşen 2014 Tunus seçimlerini, 20. yüzyıl boyunca Tunus’u şekillendiren Burgiba ve Bin Ali ile çalışmış 88 yaşındaki Sibsi kazanınca, Batı medyasında ve seküler-liberal çevrelerde naif bir heyecan yaşandı. Adeta ‘sekülerler de seçim kazanabilir’ edasıyla kurulan cümlelerin ve analizlerin, ilginç bir ergen düzeyi hatırlattığını söylemek yanlış olmaz. Bu heyecanı anlamak elbette zor değil.
Son tahlilde, 1990’lardan beri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ‘laikler’ seçimlerde kaybettikleri iktidarları Batı desteğiyle, darbelerle geri aldılar. Örneğin, Tunus’ta 1989’da yasaklanan Nahda’nın bağımsız adaylar marifetiyle elde ettiği başarı ve ardından yaşanan baskı dönemi; Cezayir’de İKÇ’nin 1991’deki büyük seçim başarısı ve sonrasındaki kanlı darbe süreci; Refah Partisi’nin 1995 seçimlerindeki zaferi ve 28 Şubat süreci; 2006’da Hamas’ın Filistin’de seçimleri kazanması ve Batı-İsrail destekli darbe; 2011 Tunus seçimlerinde Nahda’nın açık ara başarılı olmasına rağmen iktidarın küçük muhalefet ortağı haline getirilmesi ve 2012 Mısır seçimlerindeki İhvan’ın zaferi ve akabinde yaşanan kanlı darbe...
Tunus seçimlerinin sonuçlarıyla neredeyse Tunuslulardan daha fazla ilgili olan bölgedeki ve Batı’daki laiklerin merakının arkasında, Kuzey Afrika’nın kendi halindeki Tunus’a duydukları derin merak bulunmuyor. Aksine, bu denli heyecanlanmalarının sebebinin ardında, 1980’lerden beri ancak kanlı bir şekilde iktidara gelen aktörlerin oluşturduğu derin mahcubiyet var.
İlk kez, ‘İslamcıların’ seçim kaybetmesi karşısında, kazananın kim olduğuna bile bakmadan, heyecanla seçim sonuçlarından büyük bir anlatı çıkarmaya başladılar. İslamofobik ve İslamcıfobik dilin sıkıntılı dünyası yerine, ‘kazanmış olmanın verdiği ferahlama’ ile ilginç bir özgüven patlaması yaşıyorlar. Ama tekrar altını çizmek gerekirse, kazanandan fazlaca bahsedemiyorlar; ağırlıklı olarak kimin ve neyin kaybettiğini konuşuyorlar. Zira ‘kazanan’ın kim olduğu, neler yapacağı, Sisi darbesinin “seküler zafere katkısı” ve hepsinden önemlisi nasıl ve niye kazandığına değinmiyorlar. Çünkü bu sorulara cevap aranmaya başlandığı anda ‘İslamcılar kaybetti, laikler kazandı’ sığlığında fazlaca yüzmeleri mümkün olmayacaktır.
‘Laiklerin’ Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da demokrasi ile imtihanının hasılası büyük bir yıkımdan ibaret. Bu tahribatın, mesela Afganistan ve Irak gibi on yıllardır işgal ve savaş yüzünden ortaya çıkan fanatizmle (El-Kaide, IŞİD) mukayese edildiğinde çok daha acımasız olduğu görülür. Zira ortaya çıkan ağır tahribatı, kaybetmenin öfkesinden başka bir şeyle açıklamak imkânsızdır. Mesela, Cezayir ancak konvansiyonel bir savaşa girseydi, 1990’lardaki kadar kayıp yaşanırdı. Benzer şekilde Mısır, İsrail’le yaptığı savaşta kaybettiği asker sayısıyla mukayese edilebilecek kadar insanını Sisi darbesiyle katletti. Ağır ekonomik faturayı ise zikretmeye bile gerek yok. Sadece 28 Şubat sonrası Türkiye’de yaşananları hatırlamak, diğer ülkeler için de bir fikir verebilir.
Tunus’ta Nahda, Mısır’da İhvan’ın seçimleri kazanmasından sonra, hâkim seküler-liberal söylem, bütün seçim rasyonalitesini yok sayarak, kazananların iktidarlarını kaybedenlerle paylaşmalarını vaaz edip durdu. Neticede başarılı da oldular. Mısır’da ve Tunus’ta, kazananlar iktidarlarının büyük payını kaybedenlere sundular. Kritik bakanlıkları kaybedenlere verdiler, Batı’da seçim kazanmış bir iktidarın aklından bile geçiremeyeceği tavizleri ardı sıra vermek zorunda kaldılar. Yine de kaybedenleri tatmin edemediler. Mesela Tunus’ta 2011 seçimlerinde, kendisinden sonraki partiye 60 vekil fark atan Nahda, bazı bakanlıkların yanında, cumhurbaşkanlığı ve meclis başkanlığı koltuklarından feragat etmek zorunda kalmıştı. Şimdi Nida ile Nahda arasındaki sandalye farkı sadece 15.
Laikler açısından Arap İsyanları sonrası, İslamcılardan talep ettiklerinin cüzi bir kısmını bile hayata geçirip geçirmeyecekleri merak konusu. 2011’den beri dillerden düşmeyen ‘’katılımcı demokrasi, uzlaşı, iktidar paylaşımı, otoriterleşme ve kazanana oy vermeyen ‘öteki %65’ başlıklarının’’ ne olacağını hep birlikte göreceğiz.