İnsanın idrak seviyesini belirleyen mihenk taşı, "Allah hiçbir insana/nefse kaldıramayacağı yükü yüklemez" ayeti olabilir.
Allah ile mükâlememiz de çok boyutlu sorgulamalar yapmak ve bir kavrama çabası olarak ümit ederiz ki rabbimizin rızasını sağlar bize.
Dolayısıyla bu ayette söylenenden hareketle söylenmeyeni de anlamaya çalışıyoruz.
"Kaldıramayacağımızdan" mesul tutmuyorsa Allah, "kaldırabileceğimizi" bizden ister.
Akıl erdirme çabamız ise ibadetimiz olsa gerek.
Zira çok sayıda ayette aklımızı işletmemiz emir buyurulmakta.
Böyle nazar ettiğimizde namaz, oruç, zekât gibi ibadetlere nasıl ittiba ediyorsak akletmek ve buna ilişkin "veriyi" ortaya çıkarmak da ibadetin konusu neden olmasın?
Bununla birlikte Allah'a, davasına, resulüne, kitabına ki bunlar verilmiş nimetler ve dolayısıyla sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluğu taşıma liyakatimizi yükseltmedikçe O, yüzümüzü ak etmeyecek diye kendi payımıza ve toplum payına endişe içerisinde olmamız gerekmez mi?
Allah emanetini taşıyamayandan alır taşıyabilecek olana verir. Biz emaneti taşımaktan, emanete omuz vermekten kaçınırsak Allah (haşa!) bize minnet edecek değil ki...
Elbette emanetini seve seve taşıyacak liyakatli Müslümanlar her zaman vardır ve olacaktır.
Ekranlarımıza sıkça düşen Ebu Ubeyde'nin şehadete kalkmış işaret parmağı hangimizi utandırmıyor ki...
Ebu Ubeyde'nin liyakat kesp ettiği şeyle bizim nargile tutan parmaklarımız bir mi zannediyoruz yoksa!
"Bir an olsun senden başkasına medet umduğum için ne olur beni affet Ya Rab!" diye kucağında bebesinin cesediyle ağlayan babanın, O'na mensubiyet ve mesuliyet duygusuyla, duyduğu mahcubiyetin bir damla yaşında boğulma endişesini yaşıyor muyuz?
Güç yetiremeyeceğimizden O'na sığınalım elbet, fakat ittika ceht ederek limitlerimizi zorlamamız gerektir. Zira O'nun emanet olarak bize yüklediklerini dua olarak biz O'na yüklemeye çalışıyoruz!
Diyelim ki ben "çizgilerini" belirlediğim İlah'ımdan bir şey istiyorum. İsteyeceğim şeye kendi imkânlarım ve sınırlarımdan seyrederek "imkânlı ya da imkânsız" diyorum. Fakat bilmediğim bir şey var ki "İlah" imkânsızlık dairesinde değildir.
Yani ben, istediğim her ne ise bunu kendi dairemdeki sınırlar ile sınırlandırıp, çizgilerini belirlediğim İlah'ımın da bana o sınırlar içerisinde verebileceğine inanarak yükleneni yüklemeye ceht ettiğimi iddia ediyorum!
Ve beraat ettiğime kani oluyorum!
Kolaycılık yapan böyle bir Müslümana O; vakar, şecaat, ihtiram bahşeder mi?
Bu düşünce Müslümanın içinde bulunduğu "zilleti" anlamak için iyi bir eşik olsa gerek.
Ancak puan toplama arayışından da vazgeçmiyoruz; Kelime-i Tevhidi milyon kez zikretsek muhtemelen çok ecir kazanırız; aradığımız ecirse. Allah verir çünkü cömerttir.
Ancak kanaatimizce tevhitteki "Lâ'yı" konuşmaya iştirak edecek ender Müslüman bulmakta zorlandığımız çağımızda: Davos'ta dayatılan "Tanrıcılığı", Gazze'de namertçe, haz duyularak (!) insanlığı katleden Nemrut'u, "dijital Tanrı" projesiyle "inanç değerlerinin" içini boşaltarak yeni bir inanç sistemi ekleme çabasını, insanlık geleceğini salgın hastalıklara hapsetmekle duyurulmaya çalışılan mitsel statü naralarını, ancak tevhitteki "Lâ" ile anlayabileceğimizi kavramak zorundayız.
"Yok" sayıcı, reddedici bir hüviyet kazandıran kelime Lâ. Arapça sözlük anlamı: Hayır!
Neye hayır?
Neyi yok sayıyor?
Tapınılan ve ilahlaştırılan her şeye; hayır!
Resulüllah, "Lâ" dediği için çile dolu ömrünü layıkıyla tamamlama gayretinde olmuştur; namaz kıldığı, oruç tuttuğu için değil sadece "Lâ" dediği için bedel ödemiştir.
Zira Resullülah'tan önce Hanifler de namaz kılıyordu, oruç tutuyorlardı. Zamanın müşrikleri Haniflere müdahale etmiyor, rahatsızlık duymuyorlardı.
Resulüllah'a düşmanlığın sebebi önce Lâ, bütünüyle Lâ, topyekûn Lâ ile başlamış; İllâ Allah sebebiyle zirveye çıkmıştır.
Hasılı; ilim bir noktaymış, onu cahiller çoğaltmış ya, kendimizin ve Müslüman müdrikenin gündemi bu derinlikle meşgul olmalı.
Pergelin iğnesini doğru yere sabitleyelim ki idrak ufkumuzun dairesi âlemi hakkıyla temaşa etsin.
LÂ diyebilmeyi ve akledebilmeyi başarmak kaydıyla; Hegel'in, "Yeryüzünde gücü elinde tutan millet karşısında diğer milletlerin herhangi bir hakkı yoktur." a priorisini şiar edinen Nemrutlara karşı bir duruş için, mağlup zannıyla boynunu düşürenlere ve nefsimize, "Üzülmeyin, inanmışsanız, haklıysanız mutlaka siz üstünsünüz!" ilahi sözünü salık verelim.