Bugün izninizle benim için hayli eğlenceli olan -en az özelleştirme tartışmaları kadar- şu kuvvetler ayrılığı meselesinin tarihsel-ekonomik tarafına değinmek istiyorum.
Yine Başbakan’ın ‘iktidarın ayağına takılan bürokrasi’ eleştirisine bağlı olarak söylediği bir cümle ile başladı bu tartışma. Başbakan, neredeyse iktidar olduğundan beri ‘bürokratik oligarşi’ deyimini kullanıyor ve bu alana ciddi eleştiriler yöneltiyor. Bu eleştirileri, önemli ölçüde deneyimlerden ve gözlemlerden kaynaklanıyor. Bu deneyimlerin çok azını biz biliyoruz. Türkiye’de seçilmiş-sivil bir iktidar dışında devletin ‘derinliklerinde’ bürokraside yuvalanmış bir başka ‘iktidar’ olduğu konusunda sanıyorum aklı başında olan, şu ülkeyi biraz tanıyan hiç kimsenin itirazı olamaz.
Başbakan, iki gündür gelen yoğun eleştiriler karşısında ‘kuvvetler ayrılığı’ vurgusunu bu bağlamda yaptığını söyleyerek, teorik olarak Montesquie’nün son şeklini verdiği ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesine özünde karşı çıkmadığını söyledi.
Ancak benim sırtımda ‘yumurta küfesi’ yok. Ben, ilk önce bugünkü şartlarda ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi ile anlatılan ‘demokrasi’ yutturmacılarına karşı çıktığımı söylemek istiyorum. Ama şu ‘kuvvetler ayrılığı’ nasıl bir sonsuz demokrasi örneği imiş bunu da öğreniyoruz (!) Türkiye’de iki gündür, korporatist-ulusalcı meslek örgütlerinden, akademiye kadar her kesim hepimize kuvvetler ayrılığının ve buna bağlı demokrasinin (!) nasıl vazgeçilmez, mutlak bir ‘şey’ olduğunu anlatıp duruyor. Mesela bir tanesi şöyle diyor; ‘Sanayi Devrimi ile güçlenen burjuvazi ilk olarak Fransa’da iktidara yönelmiş, 1789 Fransız Devrimi gerçekleşmiş ve siyasal eşitliği savunan burjuvazi ve desteğini aldığı geniş halk kitlesi ‘Kuvvetler Ayrılığı’na sahip çıkmıştır. (...) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, artık burjuvazinin talep listesine girmiş ve zamanla tüm liberal sistemler için geçerli olmuştur.’ (TMMOB-MMO basın açıklaması) Yani insan bu derin bilgiler karşısında ne diyeceğini bilemiyor. Sanıyorum, ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesini yaşadıkları şartlarda ortaya atan, geliştiren Locke ve Montesquie bile bu derinlik karşısında kendilerini kaybederlerdi. Ama 1871 Paris Komünü’nden, devletin devasa bürokrasisini, askeri ve hukuki kurumlarını, yürütme ve yargı organlarını ortadan kaldırıp yerine doğrudan demokrasinin, o güne kadar bulunmaz bir örneğini geçirdiği için övgüyle bahseden Marx da bu arkadaşları yorulana kadar sopalardı herhalde.
Ancak bütün bunlardan öte, işin tarihi ve ekonomik anlatısı da böyle değildir. İktidar (devlet) erkinin üç temel alanda birbirinden bağımsızlaştırılarak sürekliliğin sağlanması ve ‘mutlaklaştırılması’ her şeyden önce Fransız değil, İngiliz burjuva devrimi kaynaklıdır. Zaten John Locke’u (1632-1704) tamamlayan Montesquie, İngiliz devrimindeki süreçten ve bu süreçte oluşan dengelerden yola çıkar. İngiltere’de 16. ve 17. yüzyıldaki tarımsal kapitalizm, aristokrasinin kapitalistleşmesi ile ortaya çıkmış ve sanayi devriminin ilk birikimlerini sağlamıştır. Bu yüzden Britanya’da devrim bir süreç ve aristokrasinin içinde bulunduğu ‘sürekli denge’ halidir.
Britanya’nın baldırı çıplakları ve günümüzün orta sınıfı
Tudor monarşisi sonra da Crown Parliament uygulaması İngiliz sisteminin özünü belirlerken bir siyasi geçiş dengesi de sağlamıştır. Mesela Cromwell’in Püriten gücünü arkasına alan cumhuriyeti, yeni kapitalistlerin, tüccarların, toprak sahiplerinin çıkarları ile zanaatkârların çıkarlarını birleştirmeye çalışan bir denge iktidarı idi. Sınaî kapitalizm lehine bir çözülme, aynı zamanda, bir iç savaş ve kapitalizmi de aşacak yeni arayışlar idi. İşte bu arayışlar hem yeni burjuvaziyi ortaya çıkarmış hem de İngiliz devriminin bize geleceği anlatan radikalizmini doğurmuştur. Örneğin İngiliz devriminin radikal unsurları ‘Düzleyiciler ve Kazıcılardı.’ 1649’da ‘cumhuriyet’ ilan edildiği zaman Düzleyiciler’in önderleri de kurşuna diziliyordu. Düzleyiciler, küçük ve orta ölçekli mülkiyet sahiplerini, tüccarları ve küçük-orta boy toprak sahiplerini -çiftçileri- temsil ediyorlardı. Mülkiyete karşı değillerdi ancak mülkiyetin tekelleşmesine karşı idiler.
Ancak tekelleşmemiş bir mülkiyeti savunmak da kapitalizmin özüne ve yolculuğuna aykırı idi. Bunun için ilk büyük burjuva devriminin yenilen -belki de- en radikal grubu arasında yer aldılar ama Düzleyiciler’in savundukları görüşler, (vergi adaleti, genel oy hakkı, rekabetin özel mülkiyetin kökeni olması, dinsel hoşgörü) İngiliz burjuva devrimine katkı yaptı ve yazılı olmayan anayasaya geçti.
İşte, İngiltere’deki bu büyük dönüşümü ‘aşağıdan’ gelen ‘Düzleyiciler’ gibi ayak takımının eline tümden vermemek, iktidarı kazara ele geçirseler bile, yargı ve yürütme bürokrasi gibi devletin değişmeyen güçleri tarafından engellenmeleri ve aristokrasi, burjuvazi arasındaki dengenin korunması için Montesquie’nün bugün de mutlaklaştıran sihirli formülüdür kuvvetler ayrılığı.
Şimdi bunu, bugünün Türkiye’si hatta Mısır’ını gözümüzün önüne getirerek yeniden düşünelim. Bugün, Türkiye’de vergi adaletini, tekelci olmayan özel mülkiyeti, demokratik devleti ve doğrudan demokrasi arayışlarını kim destekliyor ve bunları 400 yıllık burjuva zırvalara sığınarak kim(ler) inkâr ediyor... Soru budur, gerisi zırva...