” başlıklı yazımda izah etmiştim.) Peki ben şimdi bunları niçin mi anlatıyorum?
Çünkü yazar Sevan Nişanyan, buradaki üçüncü görüşü kabaca savunan provokatif bir cümlesi nedeniyle ceza aldı. “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak” suçundan 13 ay hapis yatacak.
Sevan Nişanyan davası
Peki ama Nişanyan Hz. Peygamber’e hakikaten hakaret mi etti? Ve onun söylediğine benzer sözlerin cezalandırılmasını savunan Müslümanlar acaba doğru mu düşünüyor?
Önce Nişanyan’ın sözünden başlayalım. Burada tekrarına lüzum görmediğim bu söz, kuşkusuz kaba, saygısız ve alaycı bir ton içeriyordu. Bu açıdan kınadım, kınıyorum.
Ancak bana sorarsanız aynı söz teknik olarak hakaret de sayılmazdı. Hz. Peygamber hakkındaki yukarıda belirttiğim üç görüşten üçüncüsünü ifade ediyordu nihayetinde.
Kuşkusuz, Nişanyan’ın veya bir başkasının, İslam Peygamberine saygı duymasa bile Müslümanlara hürmeten saygılı konuşmasını isteyebiliriz. Zaten herkes farklı inançlara dair öyle ölçülü konuşsa, dünya çok daha iyi bir yer olur. Ancak her kaba ve incitici sözün sahibini de hapse atamayız. Nezaketi yasayla tesis edemeyiz.
O nedenle ben Nişanyan’ın cezalandırılmasına karşı olanlardanım. Dediklerine çok karşı olmama rağmen.
Medenilere galebe
Ancak asıl üzerinde durmak istediğim mesele, Nişanyan mahkumiyeti değil. Bunun işaret ettiği daha büyük bir mesele var: “İslam’a dil uzatanlara” karşı Müslümanların ne yapması gerektiği.
Bugünün Müslüman dünyasına baktığımızda, “İslam’a uzanan diller kopsun” diye özetlenebilecek yaygın bir eğilim görüyoruz. İslamî olma iddiasındaki devletler, “dine hakaret” (blasphemy) yasakları yoluyla, “sapkın” söylemleri susturuyor. Batı’da yaşayan Müslümanlar ise, öfkeli protestolardan şiddet eylemlerine kadar uzanan sert tepkiler veriyor anti-İslami söylemlere.
Ancak bu “susturma” çabasının bir zararı oluyor söz konusu Müslümanlara: Objektif veriler üzerinden tartışarak inançlarını savunmayı yeterince öğrenemiyor, bu yüzden de entelektüel yönden zayıf kalıyorlar. Biraz Kemalistlerin haline benziyor durum: Eşit şartlarda fikri rekabete girmemek, bunun yerine güce yaslanmak, fikren kuraklaştırıyor, çocuksulaştırıyor.
Buna mukabil, seküler dünyadan gelen saldırılara karşı “susturma” değil de “cevap verme” yolunu seçen Hıristiyanlar ise, açıkçası, entelektüel yönden daha birikimli. Bugün bir ateistle fikri tartışmaya girmek isteseniz, en büyük “mühimmat”ı Hıristiyan kaynaklarında bulursunuz, bizim Müslümanlarda değil, ne yazık ki.
Diyeceğim o ki, meselemiz, “kutsala laf ettirmemek” değil, edilen lafları çürütecek bilgiye, akla ve üsluba ulaşmak olmalı. Üstad Bediüzzaman’ın daha bir asır önceden gördüğü gibi, “medenilere galebe ikna ile” oluyor. Bu da önce medeni şartlara adapte olmayı gerektiriyor.