Bilmediğimi ben biliyorum da beni okuyanlar bilmiyor; bunun için de herhangi bir konuda verdiğim “Bilmiyorum” cevabını kabul etmekte zorlanıyorlar...
Halbuki “Bilmiyorum” dediğimi gerçekten bilmiyorum... Bilmediğim şeyler hakkında akıl yürüttüğüm olmuyor mu? Oluyor elbette. Bunların bir kısmını sizlerle paylaşıyorum zaten. Bazılarını -özellikle ilk elde ‘komplo teorisi’ kapsamına girenleri- ise genellikle kendime saklıyorum...
Neme lâzım...
Son Kulis’te işlediğim konuyu hatırlıyorsunuzdur: ABD’ye toz kondurmayan, 11 Eylül (2001) ikiz kulelere saldırı olayı sonrası her önüne geleni Üsame bin Laden imiş gibi suçlayan, 1 Mart (2003) tezkeresi Meclis’ten geçsin diye gecesini gündüzüne katan bir yazar, şimdilerde 28 Şubat (1997) için “Arkasında ABD ve İsrail vardı” diye ortaya atıldı. Bir dostum da, “Böyle biri nasıl olur da gazetelere mülâkat vererek, köşesinde yazarak ABD’yi suçlar?” diye sordu.
Cevabını bilmediğim bir soru bu...
Yazımın çıktığı sabah, ismini versem hemen tanıyacağınız hayli saygın bir profesör okurum aradı. Gecenin bir yarısı okumuş yazımı ve soruyu önemli bulmuş. Ağzından çıkan ilk cümle şu oldu: “Sorunun cevabını biliyorsunuzdur, ama bizimle paylaşmamışsınızdır diye düşündüm; merakımdan uyuyamadım, kusura bakmayın...”
Elbette benim bir fikrim var; sadece benim değil konuya ilgi duyan başka dostlarımın da değişik fikirleri var. Kimi çok iyi niyetli (benimki öyle, iyi niyetli), kimi bayağı uygunsuz fikirler... Ancak hemen hepsi ‘komplo teorisi’ diye kolayca yaftalanabilecek şeyler...
Hoca’ya, “Siz kusura bakmayın, ben artık ‘komplo’ işlerine bakmıyorum” dedim; beraberce güldük...
Öğrenimi hep yurtdışında geçmiş, halen bir ayağı başka ülkede olan Hoca, “Batı ülkelerinde ‘komplo teorisi’ ihtiyacı duyulacak işler olmaz” deyince itirazımı kayda geçirdim. Belki eskiden öyleydi. Daha doğrusu eskiden ‘işin içinde başka iş’ aranması gereken olaylar meydana geldiğinde, aklı başında insanlar, etrafları tarafından ayıplanmamak için, ağızlarını açıp farklı bir şey söylemezlerdi.
İşin açıkçası bizde de öyleydi. Ülkemizde cereyan eden nice olayı çoğunluktan farklı olarak değerlendirdiğim için ‘komplo teorisyeni’ diye küçümsemeye kalkışanlar çıktı. Oysa, 1990 başından başlayarak işlenen bütün siyasi cinayetler, bütün toplumsal hareketlilikler için zamanında koyduğum teşhisler şimdilerde değişik davaların iddianamesi halinde yeniden yazılıyor.
Artık başka ülkelerde olan bitenlere de farklı gözle bakanlar çıkıyor ve kendilerine dinleyici bulabiliyor.
Fransa’yı ele alalım. IMF Başkanı olan Fransız’ın adı neydi? Kısaca ‘DSK’ diye anılan Dominique Strauss-Kahn’dı galiba. Onun New York’ta sahibi Fransız olan bir otelde hizmetli kadınla başına dert açması olayı kolayca anlaşılabildi mi, yoksa işin içine başka zaman olsa ‘komplo teorisi’ denilebilecek açıklamalar da katıldı mı? Fransa’da yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın önemli bir bölümünün “DSK’ın başına gelen komplodur” dediği biliniyor...
Herkes onun başına gelenden ilk ‘olağan şüpheli’ olan Nicolas Sarkozy’i suçladı; o da olabilir elbette, ama bana partisi içinden birilerinin işi olması daha mantıklı geliyor...
Ya da İngiltere’de ‘dünyanın en büyük medya patronu’ unvanına sahip Rupert Murdoch’un bir gazetesini kapatmasına, bir kablo-TV şirketinin elinden kaçmasına, bazı önemli elemanlarının hapse düşmesine, kendisinin de oğluyla birlikte aynı âkıbete uğramaya ramak kalmasına sebep olan skandal...
Murdoch’un adamları “Nasıl olsa bize bir şey yapılmaz” diyerek her türlü ‘komplo’ işine bulaşmışlar; Guardian gazetesinden ‘komplocu’ damgası yemeyi göze alabilen bir gazeteci çıkmasa, yaptıkları hepsinin yanına kâr kalacaktı.
“Neden Amerikancı biri (hatta ikisi) ABD’yi suçlayıcı bir kampanya açar?” sorusunun cevabını gerçekten bilmiyorum...
Tabii kendime ait bir açıklamam var, ama... Kusuruma bakmayın, söylemem...