Türkiye’nin kelimenin tam anlamıyla bir krizler coğrafyasının ortasında yer aldığı malum. Üstelik bu krizler, ‘zamanın ruhu’na uygun biçimde hızlı evrimler geçiriyor, dönüşüyor. Sorunların etrafındaki ittifaklar aniden değişebiliyor, beklenmedik yeni kriz alanları ortaya çıkıyor.
İşte bu nedenle eğer bu coğrafyada ayakta kalmak istiyorsanız, dinamik ve gelecek öngörüsü sağlam yaklaşımlar üretmek zorundasınız. Elbette sorunların tarihsel arka planını ve ortaya çıkış sürecini bilmeniz önemli. Ama çözüm bundan daha fazlasını gerektiriyor.
Kendi siyasi sınırlarımız dahilinde, ama bu sınırları fazlasıyla aşan bir Kürt sorunu var. Geçen yüzyılın başında ortaya çıkan, ötelenen, ertelenen, bastırılan, yok sayılan ya da yok edilmek istenen arayışlar; öncelikle ‘zamanın ruhu’, onu doğru okuyan bölgesel ve uluslararası aktörler ve elbette onu doğru okuyamayan aktörler eliyle, geri dönülmez biçimde şekillendi, büyüdü. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
Türkiye, Irak ve Suriye’de (ayrıca İran’da) yaşayan Kürtlerin, bağımsızlık arzuları, devlet arayışları, ilkel ya da modern milliyetçi yaklaşımları; farklı kültürel ve ideolojik kodlarını aşacak biçimde ortaklaşıyor. Dindar Kürtlerle, modern siyasi hareketlerin içinde yer alanlar ya da geleneksel yapılarda varlıklarını sürdürenlerle örgütlü olanlar, geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde bir zihinsel alışveriş ve akrabalık içindeler.
Bu gerçeği görmeden atacağımız hiçbir adım sahici ve samimi olamaz.
***
Türkiye’de mevcut sorunları algılamakta, adını doğru koymakta zorlanan statüko ve onun en önemli parçası olan yüksek bürokrasi, zaman zaman değişim sinyalleri verse de, hala korkularla ve Soğuk Savaş döneminin kalıplarıyla hareket ediyor. Dolayısıyla da sorunları kuşatmakta, önünü alacak hamleler yapmakta zorlanıyor. Bir o kadar da siyasetin, zaten kırılgan olan çözüm arayışlarını ve cesaretini kırıyor.
Kaç yazı yazdım bilmiyorum. Türkiye’nin kendi Kürtleriyle olan sorunlarını çözmesinin biricik yolu, yakın coğrafyasında yaşayan Kürtleri de aynı parantezde ve kader birliğinde görmesiyle mümkün. Elbette aynı zamanda bahsettiğimiz geniş alanda yaşayan Kürtlerin de kendi kaderlerini Türkiye ile bir ve bütün görmeleri gerekiyor.
Türkiye inatçı, yanlış ve bir o kadar da sert politikalarla kendi insanıyla arasına duvarlar örmeyi başarmış bir ülke. Şimdi hasta yatağında yargıladığı adamların sadece kuklası olduğu sistem, saçma sapan yasaklar, yaklaşımlar ve Diyarbakır cezaevi gibi vahşetlerle bu duvarları kalınlaştırdı. Kritik davalar, siyasi iradenin cesaretli adımları ve öngörüsüyle işler bir parça düzelse de, ‘sistem’le hesaplaşma konusunda ‘yüksek bürokrasi’nin inadı hala sürüyor.
Hafife almayalım. Bahsettiğimiz bürokrasidir cumhurbaşkanlarını adım adım zehirleyip tasfiye eden. ‘Safsata’ diyene soralım bakalım, kaç gece aynı kabusla uyanmıştır.
***
İçeriden dışarıya baktığımızda da benzeri bir yaklaşımın uzantısını görüyoruz. Irak Kürtleriyle nihayet düzelen ilişkiler, bölgesel anlamda karşılıklı avantajlar üretse de, henüz gerçek krizlerde kimin kime ne kadar destek olacağı test edilmiş değil.
Evet, sözgelimi Sünni Araplarla Kürtler arasındaki gerilimin yatışmasında Ankara önemli rol oynadı. Şimdilerde benzeri bir gerilim Şii Araplarla Kürtler arasında yaşanıyor. Ancak Irak Kürtleri, biraz da geçmişin acı tecrübeleri üzerinden bu yeni krizde farklı arayışları gündemde tutuyor. Mesela Bağdat’taki Maliki yönetimiyle yeniden masaya oturdular ve bu durum bölgesel dengelerde Türkiye’nin lehine olmayan bir gelişme olarak not edilmeli.
Yeniden, bölgeye, tarihe, yakın geçmişe ve geleceğe bakarak sorunları ele almak, özellikle Irak ve Suriye Kürtleriyle kalıcı bir ittifakın yollarını aramak zorundayız.
Zor değil, biraz cesaret, biraz tarih, biraz gelecek. Hepsi bu.