Türkiye gibi ülkelerde demokrasi hazır bir yemek olarak sofraya gelmiyor. Yemeğin pişirilmesinde katkısı olmayanların gecikmiş bu ziyafette yer almaları epeyce zor. Oysa demokrasi ontolojik, doğuştan gelen ve bitişik olan hakların herhangi bir bedel ödenmeden, bir bedele karşılık gelmeden, salt yaşıyor olmamızın nedenselliğine bağlı olarak kullandığımız hakların tümü olmalıydı.
Ama Türkiye dahil dünya kendi tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir yerde, hiçbir ülkede bu ölçekte saf ve adaletli bir yer olamadı. Hak istiyorsan, güç istiyorsan, politik temsil istiyorsan “birleştirici kimi duyarlılıklar” etrafında birleşmen yetmiyor. Ötekilerin de rasyonalitesini tanıyıp meşruiyetlerine halel getirmeden, uygun bir konum seçip oradan taleplerini dillendirmek makul bir tutum ve davranış sayılıyor
Platon’dan Montesquieu’ya uzanan tarihsel süreçte “cumhuriyet” fikrinin üstüne bina edildiği temel mantık bugün de hala o büyük önemini koruyor. Monarşiden farklı olarak cumhuriyetin büyük vaadi, vatandaşlarına daha çok siyasal özgürlük alanı üretmekti.
İnsanoğlu cumhuriyet fikri ile bir boşlukta karşılaşmadı. Yönetimde erdemlilik ve hukukun üstünlüğü anlamına gelen demokrasi ile bir rastlantı sonucu tanışmadı. Bu kavramlar hakiki ihtiyaçlardan doğdu. Bu talepler etrafında kenetlenen insanoğlu, maalesef büyük bedeller ödedi.
Siyasi bakımdan belki de en büyük bedel uzlaşma, uyum ve karşılıklı işbirliği kavramlarında gerçekleşti. Uzlaşmadan, uyum sağlamadan ve belirlenmiş bir çerçevede işbirliğine rıza göstermeden birlikte yaşama ve birlikte temsil etme imkanı doğmuyor. Ötekinin çıkarlarına aykırı biçimde şekillendirilen siyasal inançlarda esneme, taviz verme kültürel olarak en zor kararlardır. Ama bu kararları vermeden de “öteki” ile barış için bir hayat kurmak hayaldir. “Öteki” ile aynı hayatı paylaşmanın biricik yolu “ötekini” rasyonel bir biçimde tanımak ve onun varlığını içselleştirmektir.
Sözü çok uzattığımın farkındayım. Ama bütün bunları söylemeden Kürtlerin demokrasi için kültürel ve siyasal entegrasyonu meselesine gelemezdim. Çok açık ki, Kürtlerin hemen herkesten daha fazla demokrasiye ihtiyacı var ve yine çok açık ki Kürtler’in herkesten daha fazla demokrasi talebinde bulunup ve demokrasi için daha çok ‘’değişim ve dönüşüm’’ çabası içinde olmaları hayati önem arz ediyor.
40 yıldır yetmiş binden fazla can alan siyaseti, şiddet araçları ile sürdürme fikrinden vazgeçmeden, Kürtler demokrasi potasının eşiğine bile ulaşamazlar. Çünkü şiddet ve demokrasi asla yan yana var olabilecek kavramlar değil. Kürt siyasetini şiddet anaforundan temizlemeden onu demokrasinin partneri haline getirmek mümkün değil. Mantıklı da değil.
Şiddeti bir çözüm aracı olarak görmeden, siyaseti sadece demokratikleşmenin bir vasıtası olarak görmek prensibine iman ederek en kabul edilmez fikirleri bile savunmak mümkün. Nitekim bugün bile programında Kürdistan adı geçen üç Kürt partisi yasal olarak kuruldu ve faaliyetlerini sürdürüyorlar. Devlet bu partilerin programında Kürdistan lafı geçiyor diye gidip bu partilerin evinin önünde’’ hendek kazmıyor’’, bu partilerin parti binalarını başlarına yıkmıyor.
Sorun şiddettir. Bunu anlamak lazım. Şiddet terk edilmeden herkesten çok daha fazla demokrasiye ihtiyacı olan Kürtler kendilerini demokrasinin sıcak kollarında bulamazlar. Şiddetin hakim olduğu bir atmosferde demokrasiyi nerede konumlandıracaksınız? Demokrasinin mekanı, yeri nerede olacak? Şiddet demokrasiyi kemirir ve içten içe onu zehirler. Zaten şiddetin panzehiri daha çok demokrasi değil miydi?