Geçen gün burada bir “hikâye” anlattım. Hani, İngilizleri çok seven bir “Damat” paşa varmış, onun da bir “prens” oğlu varmış. Bunlar 1902 senesinde Paris’te bir toplantı düzenlemişler. Osmanlı devletinin içinde bulunduğu problemlerin çözümü için o günkü yönetimin değişmesini şart gören bütün muhalif grupların çağrıldığı bir toplantıymış bu.
Prens Sabahattin ve destekçilerinden oluşan liberal grup Osmanlı yönetiminin Avrupa güçlerinin desteğiyle yıkılmasını ve ülkedeki dinî ve etnik azınlıklara özerklik verilmesini savunurken kısaca İttihatçı dediğimiz grup bu yaklaşımlara itiraz ettiği için toplantı sonuca ulaşamadan dağılmış.
“Birinci Osmanlı Liberaller Kongresi” adı altında düzenlenen bu toplantıya mevcut yönetime karşı mücadele veren Ermeni örgütlerinin temsilcileri de davet edilmiş. Bazıları gelmiş, bazıları gelmemiş. Gelmeyenlerin mazereti şuymuş: “Sizin toplantınız Osmanlı yönetiminin nasıl ıslah edilebileceğini tartışmayı amaçlıyor. Oysa biz Osmanlı devletinin daha iyi yönetilmesini değil, toptan yıkılmasını istiyoruz. Onun için sizinle oturup tartışacağımız bir şey yok.”
İşte bu “hikâye”yi aktarıp bugün de benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuzu ve dolayısıyla söz konusu Ermeni örgüt liderlerinin açık sözlü itirazlarının anlamını iyi değerlendirmemiz gerektiğini söylemiştim.
Demek istediğim, o günlerde Osmanlı Devletinin başına dert olan Ermeni ayrılıkçılığı konusunun bir benzerinin bugün de Kürt ayrılıkçılığı biçiminde karşımızda olduğudur. Kürt ayrılıkçı hareketini yönetenlerin niyetinin üzüm yemekten ziyade bağcı dövmek olduğu ortada. Dolayısıyla Türkiye’nin Kürt vatandaşlarının şu ya da bu probleminin çözümü doğrultusunda atılacak adımların Kürt ayrılıkçılığını ve terör sorununu ortadan kaldırmasını beklemek hayalcilik olur. Özellikle PKK-BDP çizgisi Kürt sorununun çözümüne yönelik adımları hep engellemeye çalıştı. Bunu yapamadığında ise bu kazanımların PKK’nın mücadelesinin sonucu olduğu propagandasını yaptı. Sonuçta atılan adımlar karşılıksız kaldı.
Ne yapılmalı öyleyse? Yapılması gereken Kürt sorunuyla terör sorununun birbirinden ayırt edilmesi ama aynı zamanda bu ikisinin çözümünün ancak bir arada gerçekleşebileceğinin anlaşılması. Kürt sorunu çözülmeden bu sorundan beslenen terör sorununu ortadan kaldırmak mümkün değil. Ama aynı şekilde PKK meselesini bertaraf etmeden Kürt sorununun çözümünde kalıcı adımlar atılması da imkânsız.
Türkiye’nin geçmişteki hatası bu iki sorundan bazen birine bazen ötekine ağırlık vermeyi tercih etmesi oldu. Kürtlerin şikâyetçi olduğu problemlerin çözümünü bir tarafa bırakıp terör örgütünü tasfiyeye çalıştığınızda sürdürülebilir bir başarı sağlayamıyorsunuz. Çünkü mevcut sorunlar orada oldukça ayrılıkçı terör kendisine toplumsal dayanak bulmakta zorlanmıyor.
Silahlı terör hareketinin tepesine inmeyi ihmal ederek Kürt vatandaşlarınızın sosyal ve kültürel taleplerini karşılamaya yöneldiğinizde ise bu “kazanım”ların silahlı mücadelenin eseri olduğu propagandasına engel olamayacağınızdan yaptıklarınızın Kürt vatandaşlarınızı kazanmak doğrultusunda bir yararı olmuyor.
Bu paradoksu aşmanın yolu belli: İki sorunu birbirinden ayırmak ama her ikisinin de çözümüyle ilgili politikaları bir arada yürütmek.
Ancak “Kürtleri temsil” rolü PKK-BDP çizgisinin veya o zihniyetteki grupların elinde kaldığı sürece böylesi bütünleşik bir çözüm politikasının bile yetersiz kalması ihtimal dâhilinde. Öyleyse amacı bağcı dövmek değil üzüm yemek olan Kürt aydınlarının ve siyasetçilerinin temsil rolü üstlenmelerinin önünü açacak tedbirlere de ihtiyaç var.