Türkiye’de siyasetin farklı düşünceler arasında ittifak oluşturma kabiliyeti, şu veya bu nedenden ötürü son yıllarda bir hayli azalmış görünüyor. Bu daralma, hem siyasetin tansiyonunu yükseltiyor, hem de uzlaşma zeminini ortadan kaldırıyor.
Kalitesi ve kimi temsilcilerinin duruşları sıkça tartışma konusu olsa da Türkiye’de bir liberal düşünce geleneğinin şekillendiği; hemen pekçok gelişme ve süreçte ne dediklerinin önemsendiği söylenebilir.
Bu geleneğin içinde yer aldığını, en azından kendi yazı ve beyanlarıyla anladığımız kimi isimlerin, son yıllarda ülkemizde ortaya çıkan demokratikleşme adımlarına, önemli gelişmelere karşı giderek daha mesafeli hale gelmesi, hatta neredeyse bir karşı cephede yer alması, sıkça tartışılıyor.
Ancak bugün sözkonusu tartışmayı daha anlamlı kılan gelişmeler var. Liberal geleneğin önemli isimlerinden birisi, bu eleştirilerin dozunu bambaşka bir alana taşıdı. AK Parti iktidarını ve özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan’ı baskıcı ve otoriter olmakla suçlarken, iktidarın kendisini devam ettirmek için Kürt siyasi hareketiyle bir başka ‘diktatörlük’ kurulması üzerinde anlaştığını ifade ediyor.
Bu yorumun parantezinde neler olduğuna dair son derece sıcak bir tartışma devam ediyor. Tartışmaya bu tezin sahibinin kişiliği, bir gazetede sahip olduğu köşe yazarlığını kaybetmesi gibi pencerelerden bakmayı doğru ve şık bulmuyorum. Sonuçta herkesin kendi kişisel serüveninde savrulmalar olabilir ve bunları izah edecek olan da kendisidir.
***
Ancak tartışmayı kişisel alanın dışına taşırsak, düşündüğümüzden daha vahim bir hamleyle karşı karşıya olduğumuzu ortala koyacak bazı ipuçları var.
Öncelikle Kürt siyasi hareketinin, Gezi olaylarıyla başlayan ve 17 Aralık operasyonuyla devam eden duruşu, bu hamlelere bel bağlayan çevrelerde ciddi bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. Gezi operasyonu sırasında kendisini sokağa atan kimi Kürt siyasetçilerin, kısa zamanda elini ayağını çekip yerine oturması, sokakları yangın yerine çevirmek isteyenlerin beklentilerini de boşa çıkarmıştı.
Daha net ifade edelim. Eğer Gezi denilen tezgah, özellikle büyük kentlerde sokaklarda Kürt siyasi hareketinin desteğini (!) alarak devam etseydi, herhalde bugün farklı bir Türkiye’yi konuşuyor olabilirdik. Aynı şekilde 17 Aralık ve 25 Aralık’ta peşpeşe gelen operasyonlar, ardından gerçekleşen 30 Mart seçimlerinde de benzeri bir beklenti, yine aynı hayal kırıklığı ile sonuçlandı.
Çözüm süreci diye adlandırılan ve pekçok boyutuyla sadece Türkiye’nin değil, bölgenin kaderini ilgilendiren başlık altında olanları sadece ‘MİT operasyonu’ ya da devlet kontrolünde bir müzakere olarak adlandırmak, iyi niyetli bir yaklaşım olmak bir yana, entelektüel açıdan da çok zayıf bir değerlendirme.
Çünkü Türkiye bu süreci Akil Adamlar’dan kamuoyundaki diğer tartışmalara kadar hayli geniş bir alanda devam ettirmeyi başardı. Eğer burada, sürecin devletle ilgili mahremiyetine dair bir eleştiri sözkonusu ise, böyle bir müzakerinin bütün mahremiyetiyle kamuoyunun önüne serilmesi herhalde akla ziyan bir yaklaşım olur.
Asıl beklentinin, en kritik aşamada bu müzakerenin bozulması ve tekrar kanlı günlere dönülmesi yönünde olduğunu söylemek, belki ağır bir değerlendirme sayılabilir. Ama bu yaklaşımların iyi niyetli olduğunu söylemek de gerçekten çok zor.