Ahmet Altan, Taraf’taki köşesinde hükümetin kürtaj sınırlamasına karşı çıkan bir yazı yazdı. İçinde, eski Kemalist statüko ile yeni muhafazakar iktidar arasında paralellik kuruyor, yeninin muhtemel “kürtaj yasağı”nı eskinin “başörtü yasağı”na benzeterek şöyle diyordu:
“Eskiden kadınların başörtüsü takıp takamayacağına Genelkurmay başkanı karar veriyordu, bugün kadının kürtaj yaptırıp yaptırmayacağına Başbakan Erdoğan karar veriyor.”
“Argüman” bu olunca, “çözüm”ün de şöyle bir şey olması gerekiyordu, ister istemez:
“Nasıl isteyen başörtüsü takar veya takmazsa, isteyen de kürtaj yaptırır veya yaptırmaz.”
Nitekim aynı mantıkla düşünen Ahmet Hakan da, Hürriyet’teki köşesinde tam böyle dedi. Kürtajı cinayet (ve dolayısıyla da haram) sayan dindarlara seslenerek şöyle yazdı:
“Sen harama bulaşmadan yaşa... Sana karışan mı var? Zorla kürtaj mı söz konusu? Ne diye başkalarının hayatına müdahale ediyorsun.”
Bu “isteyen kürtaj yaptırsın, isteyen yaptırmasın, kime ne!” mantığını, Türk basınında en yakın düştüğüm yazarlardan sevgili Gülay Göktürk de savundu. “Günah işleme özgürlüğü’ başlıklı yazısında, kürtajı “günah” sayanların başkalarının hayatına karışmaması gerektiğini ileri sürdü.
Oysa, açıkça söyleyeyim ki, bunların hepsi çürük argümanlardır.
Sebebini de farazi bir örnekle açıklayayım.
Bebek öldürme tarikatı
Öyle bir şey yok ya, Türkiye’de Satanist bir tarikat ortaya çıktığını varsayalım, farz-ı muhal.
Ve diyelim ki bunların tuhaf ritüellerinden biri de, dokuz aylık bebekleri şeytana kurban etmek olsun. Ama kimsenin bebeğini kaçırıp da öldürüyor değiller. Evlenip ilişkiye girerek kendileri yapıyorlar bebekleri. Doğurduktan sonra da dokuz ay boyunca besleyip sonunda şeytan için boğazlıyorlar.
Bu faciayı öğrenen devlet ise tarikatın mensuplarını yakalayıp mahkemeye çıkarıyor. Ve varsayalım ki bu bebek katilleri kendilerini şöyle savunuyorlar:
“Size ne kardeşim, bebek bizim değil mi? İster besler, ister öldürürüz. İnancımıza göre zaten bir yaşını aşmadıkça insan sayılmaz onlar. Siz başka türlü inanıyorsanız, o zaman kendi bebeklerinizi öldürmeyin, olsun bitsin. Ne diye başkalarının hayatına müdahale ediyorsunuz? Herkesin günahı kendi boyuna!”
Eminim kürtaj serbestisi yanlıları da kabul edecektir ki, böyle bir savunma kabul edilemez, ciddiye alınamaz. Çünkü ortada bireysel bir “ günah” değil, bir başka bireye (bebeğe) yönelik “suç” vardır. Cinayet gibi ağır bir suçtur hem de bu.
Tartışmanın özü
“Bu marjinal örneğin kürtajla ne alakası var” diyebilirsiniz. Var. Hem de çok var.
Çünkü kürtaj karşıtı argüman, henüz doğmamış olan bebeği bir “ insan” olarak kabul ediyor ve dolayısıyla onu öldürmenin “ cinayet” olduğuna hükmediyor.
Bunun karşısında “başkalarının hayatına niye karışıyorsunuz” demenin anlamı yok. Mevzubahis olan, annenin değil, doğmamış bebeğin hayatı çünkü.
Aynı şekilde, çoğu kez feministlerden gelen “kadın bedenine dokunmayın!” çıkışmasının da bir anlamı yok. Kadınların estetik ameliyat olma veya dövme yaptırma hakkını konuşmuyoruz ki, mesele sadece “kadın bedeni” olsun. O bedenin içinde gelişen, ama ondan ayrı bir “can” taşıyan fetusun haklarından söz ediyoruz.
Bu sebeplerle, anne rahminde gelişmekte olan “insan adayı”nın “insan” sayıldığı noktadan itibaren benim gözümde kürtaj gayrımeşrudur. Cinayettir. Ve elbette yasaklanmalıdır.
Bence tartışmaya açık olan tek nokta, bu “insan sayma” noktasının nerede başladığıdır. Bu, büyük ölçüde felsefi bir soru olduğuna göre de, dindarların savunacakları tutumu kendi dini gelenekleri içinde aramalarından daha doğal bir şey olamaz.