Türkiye’de Kürtler söz konusu olunca politikacı ve gazetecilerin nasıl da bir tahakküm dili kullandığını, bilirsiniz. Bir de ben Kürt sineması hakkında bir otoriteymişim gibi atıp tutmayacağım. Hele Türkiye gibi utanıp sıkılmadan kimlik meselesi üzerinden çıkar sağlamaya çalışanların cirit attığı bir ülkede yazarken! Ama farklı ülkelerden ve farklı düzeylerde yapımları Kürt filmi başlığı altında bir arada izlemek zihin açıyor. Tabii izlediğim yerin çok büyük bir yararı var. İlk kez 2. Duhok Uluslararası Film Festivali vesilesiyle geldiğim Kürdistan’dayım. Farklı yerlerde yaşayan Kürt sinemacılar bir anlamda “anavatan”larında buluştu ve filmlerini karşılaştırarak izlemek mümkün oldu. Bu kadar çok sinemacının bir araya gelmesi, konuşması, tartışması da apayrı bir zenginlik. Bir de daha fazla kadın sinemacı olsaydı! Hatta her yerde daha fazla kadın olsaydı...
Güneydoğu Anadolu’dan çok farklı bir ortam buldum burada. Biri bana Duhok ya da Zaho merkezinden çekilmiş bir fotoğraf gösterse Ortadoğu’dan bir Arap ülkesi diye tahmin ederdim ama Kürdistan olduğu aklıma gelmezdi ilk bakışta... Yenleri, yakaları ve belleri boncuk ya da payetlerle işlenmiş, yerlere kadar siyah şifon ya da jarse giysiler giyen, yine şıkır şıkır işli siyah başörtüleri takan kadınlara sadece pazarda rastlayabileceğiniz, her yerde modern giyimli erkeklerin dolaştığı, sinema salonlarını da onların doldurduğu bir kent Duhok. Sayıları dördü beşi geçmeyen Batılı tarzda giyinmiş genç kadın da aralarına katılıyor. Ama çevirmen ve moderatör olarak da ağırlıklı olarak birçok genç kadın çalışıyor festivalde! Belli ki DUHOKIFF kentin, ülkenin ve diasporanın entelijensiyası için çekici bir oluşum.
Yönetmenlik koltuğuna oturmaya gelince Kürt aleminde de durum dünyanın geriye kalanında olduğu gibi: Kadın yönetmen sayısı çok az. Kudret Güneş bir öncü, örneğin. 2. DUHOKIFF onun üç belgeselden oluşan bir toplu gösterisini gerçekleştirerek isabetli bir seçim yaptı. Bu üç filmden ikisi yönetmenin en çok tanınan iki yapımı olan Leyla Zana ve Mehdi Zana belgeselleri. Ankara’da doğan ve gazetecilik öğrenimi gören, Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi’nde çalışan, burs alarak Sorbonne Üniversitesi’nde sinema eğitimi alan ve Paris’e yerleşen Güneş, bütün kısa film ve belgesellerinde Kürtlerin öykülerini anlatıyor.
Mizgin Müjde Arslan da mesleğe Güneş misali gazetecilikle başladı ve Türkiye sinemasında artık kurumsallaşmış bir isim haline geldi. Adana Altın Koza FF’de yarışan yeni kısa filmi “Asya” ile katıldı DUHOKIFF’e. Kürt Kısa Filmleri Yarışması’nda En İyi Film seçilen Bülent Öztürk imzalı “Küçük Pencereli Evler”in senaryosuna Öztürk ile imza atıp başrolü de üstlendi. “Ölüm Elbisesi Kumalık” ve “Ben Uçtum Sen Kaldın” adlı belgeselleriyle özellikle takdir toplayan, istikrarlı ve başarılı bir genç sinemacı.
Diyarbakırlı Hatice Kamer de haberciliği ve sinemacılığı bir arada yürütüyor. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Annemin Pusulası” adlı belgeseli özellikle dikkat çekti. Dilek Gökçin bu yıl “Yağmurun Gelini” adlı filminde savaş yüzünden hayatları alt üst olan bir kuşağın öyküsünü anlatarak önemli bir işe imza attı. Batmanlı Gülistan Acet, 50. Antalya Film Festivali’nde kısa film dalında Altın Portakal kazandıktan sonra DUHOKIFF’te de Jüri Ödülü’ne değer görüldü. Türkiye’den oyuncu olarak da tanıdığımız Nursel Doğan, Kürdistan’dan Viyan Mayi, Naz Salih ve Beri Shalmashi birçok kısa filme imza atan isimler. Jinda Baran ve Shamise Naseri ilk kısa filmleriyle DUHOKIFF’e katıldı.
Ancak iş uzun metraja gelince hiç kadın yönetmene rastlamıyoruz. Mano Khalil’in “Arıcı” belgeseli, Salem Salavati’nin “Son Kış”, Hişam Zaman’ın “Before Snowfall”, Hiner Saleem’in “My Sweet Pepperland”i ya da Orhan Eskiköy ile Zeynel Doğan’ın “Babamın Sesi” ayarında film üretecek olanağı kimse tanımıyor kadınlara. Kadın sinemacı sayısı arttıkça Kürt sinemasında daha ilginç ve incelikli işler de çıkmaya başlayacaktır.