Kürt Sorunu yıllar içerisinde ağır bir siyasal ve toplumsal maliyet ürettiği oranda, entelektüel bir birikim ortaya çıkartamadı. Bu cümlemiz, yıllar içerisinde konuyla ilgili ortaya çıkan yüzlerce konferans, araştırma, makale ve kitabın varlığını neshetmiyor elbette. Aksine, bu denli yoğun bir şekilde gündemde kalmasına karşın, soruna dair dillendirilenlerin ‘çoraklığına ve tek tip olmasına’ dikkat çekiyor.
Tam da burada, birçok meselede olduğu gibi Kürt Sorunu’nda da, estirilen entelektüel vandalizmin ‘inşacı ve velut’ her türlü yaklaşımı en baştan mahkûm ettiğini görüyoruz. Yani meselenin ne olduğundan aktörlerinin kimler olduğuna, sorunun kavramsallaştırılmasının nasıl olacağından dilinin ne olacağına, sorunun nasıl çözülebileceğinden kimler eliyle çözülebileceğine varıncaya kadar normlar ve standartlar belirlenmiş durumda. Aynen vesayet rejiminin resmî tarih trajedisine benzer şekilde, ilan edilmiş şartnameye uymayan herhangi bir yaklaşımının ‘Kürt Meselesi endüstrisi’nde faaliyet göstermesi fiilen mümkün değildir.
Bu durumun en trajik örneklerinden birisi de artık mutad olduğu üzere, PKK eylemlerinin arttığı dönemlerde kendisini mezkûr dilin içinden çıkan bildirilerde gösterir. Ayan beyan bir terörizm sorunu ortada olduğu halde, Kürt Meselesi endüstrisinin en aktif emekçileri olarak bir grup akademisyen, aydın ve yazar muhakkak bir bildiri ile gündeme gelirler.
PKK’nın ‘devrimci halk savaşı’ başlatıp, şehirleri ve ilçeleri terörizme boğmasının ardından da şaşırmadığımız bildiri yine geldi. Bir grup akademisyen ve araştırmacı, kendi ifadeleri ile ‘suça ortak olmamak’ üzere bildiri yayımlamışlar. Suçtan kasıtlarını ise şu: “Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz. Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz. Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz .”
Yukarıdaki dilin bırakın meseleye dair derli toplu bir şeyler söylemesini, maddi bilgi düzeyinde içine düştüğü illüzyondan çıkması bile mümkün görünmüyor. Bu dilin varlığı elbette yeni bir keşif değil. Lakin yeni olan durum, mezkûr dili kullananlara sunulan fırsatların neredeyse büyük bir kısmının tüketildiği bir döneme girmiş olmamız.
Yani yakın geçmişte, mesela 2002 sonrasında Kürt Meselesi’nin kendisi ‘Kürt Meselesi endüstrisinden’ çok daha ağır olduğundan, bu dilin maliyetleri ikincil olarak kabul görüyordu. Bugün gelinen noktada, ağır PKK maliyetine ve engellemelerine rağmen yaşanan demokratikleşme, mezkûr dilin çok daha çarpıcı bir şekilde görülmesini sağladı.
Ergen bir örgüt dilini aşamayan, ağır genellemeler eşliğinde kendi ütopyasını Kürtlere ve Türkiye’ye en faşizan şekilde dayatan bu çapsız dilin, kimseye söyleyeceği bir şey bulunmuyor. Bu sancılı durumdan çıkış ise dilin rasyonelleşmesi ve siyasetin de örgüt özel gündeminden, yani ütopyasından kurtulmasıyla mümkün. Lakin bütün bunların olabilmesi, akademisyen düzeyindeki bu sığlığa karşı organik bir dilin yükselmesiyle gerçekleşebilir.