İsrail’in devletleşme süreci de sonrası da Filistin’e ve Filistin meselesi üzerinden çevredeki bütün Müslüman ülkelere saldırı tarihidir. Uzun vadeli bir strateji dahilinde, sistematik ve kesinlikle kötülük nesnesi olmayı önemsemeyen bir kanlı tarih...
Türkiye kamuoyu yıllar içerisinde giderek İsrail’in Filistin’e yaptığı zulmün ve arkası kesilmeyen katliamların tarafı olmaya başladı. Son dönemde; yani 2008 ve 2012 Gazze saldırılarında hassasiyet daha da arttı. Gazze denilince Türkiye’nin her yerinde akan sular duruyor. Bugün her kesimden insanların Filistin meselesinde yüksek bir hassasiyeti bulunuyor. Türkiye, orada yaşanan her acı olayı gurur meselesi yapıyor ki bundan doğal bir şey olamaz.
Özellikle son 10 yılda kamuoyunun hassasiyet gösterdiği konularda hükümetten ve devletten beklentileri arttı, çıta bir hayli yükseldi. Şu kadarını söyleyelim, Ariel Şaron’u “Beyrut Kasabı” yapan 1982’de Sabra ve Şatilla katliamları bile bu kadar yaygın; yani toplumun geniş kesimlerini hareket geçiren bir reaksiyon doğurmamıştı. Yakın zamana kadar Türkiye, bırakın bölgede sorumluluk almak ve krizlerde arabuluculuk yapmak; reaksiyonunu bile ölçülü göstermek zorundaydı. Ülkenin gücü tepkiyi artırıyor, tepki arttıkça da diplomatik, siyasi ve ekonomik yaptırım beklentileri artıyor. Ankara’nın iddiası ve alan genişletme politikaları doğal olarak kriz çözümleri için baskıyı da kaçınılmaz kılıyor.
Beklentiler sürekli artarken
Sadece Filistin değil... Hatırlayalım, Ağustos 2008’de Rusya ile Gürcistan arasında müdahaleye varan gerilim sırasında da benzer bir beklenti vardı. Medya ve kanaat önderleri, o günlerde henüz tatile çıkmış olan Başbakan Erdoğan’ın bir an önce Ankara’ya gelmesi için baskı yapmışlardı. Zaten Erdoğan da çağrıları beklemeden dönüş kararı almıştı. Gürcistan sınır komşumuz ama unutmayalım, koskoca Sovyetler dağılırken bile kimse hükümetten olup bitenler için inisiyatif almasını istememişti.
Kriz zamanlarında başların Türkiye’ye çevrilmesi bazen güzel olabilir. Sonuçta, ne düşündüğü ve ne söyleyeceği umursanmayan bir ülke olmaktan çıkıp oyunun parçası olmaya başlamak kesinlikle olumlu bir gelişmedir.
Ama hayat ve diplomasi her zaman nefes alma imkanı tanımayabilir.
Nitekim, krizlerde Türkiye’nin gücü ve kapasitesini sınayan olayların hepsi; ya on yıllardır çözülemeyen ya da çok kanlı ve çok taraflı süreçlerdir. İsrail, Suriye, Irak ve hatta İran odaklı sorunlar gibi... Tamamında çözüm kadar çözüm karşıtları da aktif olarak sahada ve tamamında başta ABD olmak üzere küresel güçlerin kalıcı çözümsüzlük pozisyonunu biliyoruz. Mesela, bugünlerde yaşanan yürek parçalayıcı Gazze meselesinde bir ateşkese ulaşılsa bile yakın gelecekte aynı sahnelerin tekrarlanacağı kesindir. Saldırıların belirli bir periyodda tekrarlanması ABD-Avrupa için bir sorun olmadığı gibi İsrail için de yeryüzünde bir caydırıcı işaret kesinlikle belirmemektedir.
Daha güvensiz bir dünya
Türkiye bir veya birkaç hamleyle bu problemin üstesinden gelemez. Adı ne olursa olsun bir ülke de şartları İsrail aleyhine çeviremez. Bu İsrail’in gücünden ziyade küresel düzenin mimarisinden kaynaklanmaktadır. Mesela, bir başka işgalci güç olan IŞİD’e de kimse karışmamaktadır. Ya da Kırım’ın, işgale dahi ihtiyaç duymadan işini sofistike yollarla gören Rusya’ya kâr kalması gibi. Gerçek şu ki dünya bugün tam da böyle bir dünyadır. Ahlaki ve hukuki kaygıları denklem dışına atan bir dalga yayılıyor.
Mesele elbette Türkiye’nin diplomatik olarak ne yapıp ne yapmadığından çok ölümü bekleyen insanların kurtulmasıdır. Ama sadece hükümeti kritik etmek için “geçici” Gazze hassasiyeti gösterenler dünyada sorunları bir hamleyle çözecek süpermenlerin olmadığını bilmeliler. Çözüm hattında bulunmak ve orada kalabilmek bile bazen başarıdır. Zira, küresel diplomasi oyununda sorun çözme alanı giderek daralıyor.
Her durumda bir ayrımcılık var. Dini, ekonomik ve stratejik... Bugün kriz yaşayan yerlerin bazıları dini açıdan ilgi görmüyor, bazıları ekonomik değer taşımıyor, bazıları ise stratejik kıymete haiz bulunmuyor. Eskiye göre daha güvensiz, kuralsız ve ayırımcı bir düzene girmiş bulunuyoruz.