"Kültür" kavramının yüzden fazlı tarifi yapılmış olsa da üzerinde uzlaşılabilecek anlamıyla 'kültür, bir millete ait maddi ve manevi unsurların toplamıdır'.
Tanzimat'tan beridir dalga dalga kültür şokları yaşıyoruz. Gemimizi selamet sahillerine ulaştırabilecek rotayı kültür köklerimizde aramak, aklın gereği olduğu gibi aynı zamanda kestirme olan yoldur.
Kültür, bir toplumda bulunan bireyleri aynı çatı altında toplama işlevine sahipken ülkemizde bu işlevin çok uzağında kalmış durumda. Hayati konularda bile yeri geldiğinde sanatçılar, toplumu birleştirmek şöyle dursun, kutuplaştırıcı bir pozisyonda durabiliyorlar.
Bütün dünyada kültür ve sanat birleştirici bir etki oluştururken bizde niye tam tersi bir durum söz konusu?
Bu durumun ortaya çıkardığı rahatsızlığı uzun yıllardır kelama ve yazıya dökmeye çalışıyorum. Toplum içinde de rahatsızlıkların olduğu görüldüğünden, kurumsal bir çalışma yapılma ihtiyacı doğmuş olacak ki İLKE Vakfı "Geleceğin Türkiye'sinde Kültür Politikaları" isimli bir rapor yayınladı. Bu çizgide, rapordan mülhem bir muhtasar yapmaya çalışalım.
Çok eskilere gitmek gerekmiyor. Ülkemizdeki bu garip durumu, yüz yıl öncesinde yapılan ve tepeden inme şekilde topluma dayatılan devrimler ortaya çıkardı maalesef.
Toplumsal düzeyde bir değişim tabandan tavana doğru gelişir. Halktan gelen arzu ve istekler o kadar genelleşir ki devleti yönetenler yasa ve kanunlarla halkın isteklerini kalıcı hale getirirler.
Sosyolojinin bu değişmez kuralı bütün dünyada asırlar boyunca böyle işlemiştir ve kalıcı sonuçlar doğurmuştur.
Cumhuriyet kurulduğunda ise bu sosyolojik gerçeğin tam tersi bir sahne sergilendi. Devletin başında bulunanlar bir gecede aldıkları kararları halka silah zoruyla dayatarak kabul ettirmek istediler.
Batı kültürünün yaşanılabilmesi için toplumsal yapının köklü bir değişime ihtiyaç duyduğunu düşünen Cumhuriyeti kuranlar, birçok alanda olduğu gibi kültürel yapıda da devrimler gerçekleştirdiler. Devlet ideolojisiyle sınırlı kalmaksızın Batı kültürüne entegre olmak adına toplumun da dönüşmesi için yoğun çalışmalar yapıldı.
Bu çalışmalar; harf devrimi, tevhidi tedrisat kanunu, eğitim müfredatının değiştirilmesi, Türk Ocakları, Köy Enstitüleri, opera ve bale gibi Batı tarzı sanatların icra edildiği kurumların açılması gibi köklü değişikliklerden oluşuyordu.
Fark edileceği üzere bu devrimler, biçimsel olarak toplumun gündelik yaşantısını değiştirmeye yönelikti.
Devletin ideolojisini benimseyen elit tabaka bu yeni yaşam biçimini kabul etmiş ve hızla hayatına tatbik etmiştir. Toplumun kahir ekseriyetini oluşturan "muhafazakâr" halk ise devrimleri benimsememiş ve hayatına tatbik etmemek için direnç göstermiştir.
Birinci grupta yer alanlar, ikinci grupta yer alanları; modernleşmeye, gelişmeye, ilerlemeye karşı direnen gericiler olarak sınıflandırmış; "dinci, İslamcı, gerici, yobaz" ve benzeri sıfatlarla nitelendirmiş, her fırsatta ötekileştirmiş, dışlamıştır.
Bunu ise kültürün bir kolu olan sanatla yapmıştır. Tiyatro, roman, sinema gibi sanat öğeleri kullanılarak yapılan aşağılama ve küçümsemeler sanatın birleştirici gücünü yok etmiş ve sanat faaliyetleri ayrıştırmanın bir enstrümanı haline gelmiştir.
Yapılmak istenen toplumun genetiğini değiştirmekti. Yapılan bütün aşağılamalara, ötekileştirmelere rağmen muhafazakâr kesim kimliğini korumak adına büyük mücadele verdi.
Geldiğimiz noktada iki kesim arasında mücadele devam etmektedir. İşte bu sebepledir ki bütün dünyada birleştirici bir işleve sahip olan kültür ve sanat bizim ülkemizde maalesef tam tersi bir fonksiyon icra ediyor.
Ortak ve muteber bir istikbal için, üzerinde en geniş mutabakatı sağlayabileceğimiz, 'kendi gök kubbemiz' sayabileceğimiz, parçalanmış medeniyet coğrafyamıza muştu olabilecek çözümler üretmeliyiz.
Bu minvalde sivil toplum kuruluşları tarafından oluşturulacak platformlar, değişimin tetikleyicisi olmalıdır.