Pazar günkü yazımda size bir nebze Beyrut'un hüzünlü atmosferini yansıtmaya çalışmıştım. Beyrut'ta "Dünya İslam Âlimleri Birliği"nin Filistin direnişi ile ilgili olarak düzenlediği konferansı gözlemliyordum. Konuşan âlimlerin hemen hemen tamamı, içinde bulunduğumuz duruma dair, dini, tarihsel ve sosyolojik referanslara dayanarak etkili konuşmalar yapıyorlardı. Son derece derin analizler, retoriği yüksek nutuklar, insanı harekete geçirici etkisi tartışılmaz hitabelerdi. Arapçanın hitabet gücüne aşina olanlar, ne demek istediğimi bilirler. Ama istisnasız bütün konuşmacıların yüzlerindeki derin karamsarlığı fark etmemek de mümkün değildi. Şimdi biz bu yol göstericiliği kime yapıyoruz? Hangi otorite bu ilmi prensipleri siyasal stratejilere dönüştürüp harekete geçecek? der gibiydiler. Sözlerinin bir boşluğa çarpıp yine kendilerine döndüğünün farkında olmanın acısı yüzlerine vurmuştu. İslam âleminin tepesinde derin bir boşluk var diye düşündüm onlar konuşurken.
Yine pazar günkü yazımda, bizi gezdirdiğinden bahsettiğim genç adama sormuştum, Lübnan Cumhurbaşkanı kim? diye. Hâlihazırda Lübnan'da bir Cumhurbaşkanı yok, uzun bir zamandır seçilemiyor, demişti. Gördüğünüz gibi Lübnan, İslam dünyasının bir prototipi. İslam âleminin de en tepesinde kocaman bir boşluk var. Kanlı iç savaş, İsrail işgali, yanı başındaki Filistin'de yaşanan yürek yakan soykırıma en yakınında ama çaresizce tanık olmak gibi tecrübeleri yaşamış Müslüman, Hristiyan Lübnan halkı, birlik için can atıyor. İslam'ın çeşitli mezheplerine mensup Lübnanlı âlimler, Hristiyan âlimler birliğin öneminin farkında oldukları gibi halkı da bu yönde bilinçlendiriyorlar. Ama bu birliği temsil edecek en tepede bir boşluk var ve bir türlü doldurulamıyor. Bu yüzden âlimlerin yol göstericilikleri de makes bulmuyor.
"Sizden kim bir kötülüğü görürse ona eliyle müdahale etsin, buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin, bunu da yapamıyorsa kalbiyle buğzetsin..." hadisini düşündüm. Dikkat ederseniz bu hadiste peygamberimiz (s.a.v), toplumsal kesimlerin herhangi bir olay karşısındaki rollerine işaret etmiş. Buna göre bir kötülük karşısında halkın görevi, kalben nefret etmek, reddetmektir. Âlimlerin görevi ise, söylemleriyle, yazılarıyla kötülüğün ortadan kaldırılmasını istemektir. Yöneticilerin görevi ise, halkın kalben nefret ettiği, âlimlerin dilleriyle değiştirilmesini istedikleri kötülüğü, diploması ve askeri seçenekler gibi güç unsurlarını devreye sokarak ortadan kaldırmaktır. Ama gördüğünüz gibi, Gazze'de İsrail tarafından işlenen korkunç soykırım karşısında, özelde Lübnan'ın, genelde İslam âleminin en tepesindeki boşluk gibi, hadisin işaret ettiği denklemin bir ayağı eksik bulunuyor. Halk, protestolarla, boykotlarla, gösterilerle görevini yapıyor. Âlimler, mezhep, meşrep, etnik aidiyet farklılıklarını bir kenara bırakmış, bu bağlamda yapılması gerekenleri en beliğ, en etkili, en kuşatıcı şekilde dile getiriyor ve fakat dipten gelen bu dalgayı değerlendirecek, değiştirici ya da durdurucu bir güce dönüştürecek en üst mekanizma eksik olduğu için, bunların hiçbiri bir işe yaramıyor.
Vaktiyle Necip Fazıl Kısakürek, tek parti rejiminin halkın talepleri, değerleri karşısındaki duyarsızlığını, sağırlığını vurgulamak için "Başımıza kulak istiyoruz" başlığını kullanmıştı "Büyük Doğu" dergisinde. İslam âleminin, İsrail'in Gazze'de işlediği soykırım karşısındaki çaresizliğini görünce, insanın, "Gövdemize Baş istiyoruz" diyesi geliyor.