Türkiye’nin çevresinde özellikle birkaç yıldır sular durulmuyor. Ama aslında son birkaç yüzyıldır suların durulmadığı bir coğrafya burası. Hatta birçok uzmana göre Osmanlı Barışıadı verilen düzenin yıkılışının ve onun yerine yeni bir düzen tesisi çabalarının ürettiği sancılar son birkaç asırdır yaşananlar. Nihayetinde su yatağını bulacak. Ne zaman ve nasıl olacak, tam olarak bilmiyoruz ama suyun kendi doğal yatağında akmaya meyilli olduğunu biliyoruz. Buradan yola çıkarak bir tarih felsefesi ve yine buradan yola çıkarak bir politik perspektif üretebiliriz. Ne var ki çevremizde yaşanan gelişmelerin tarihi ve jeopolitik bakımdan izahlarının yanı sıra daha güncel boyutları da var...
Çevremizde oyun kurmaya veya oyun bozmaya çalışan güçler var. Küresel güçler var, bölgesel güçler var, devletlerin her birinin milli çıkarları var, uluslararası şirketlerin çıkarları var... Mesela büyük ümitlerle desteklediğimiz ve alkışladığımız Arap Baharı sürecinin mevcut ve müstakbel sonuçlarından memnun olan güçler de vardı, hiç memnun olmayanlar da. Karşı devrimler öyle oluştu. Ülkelerin kendi iç dinamiklerini de hesaba katarak söylüyorum bunu. İç dinamiklerin hazır olmadığı durumlarda dış dinamiklerin bir ülkenin toplumsal-politik düzenini değiştirmeye güç bulmaları kolay değildir çünkü. Zaten bu bakımdan Tunus’ta ve Mısır’da başlayan halk hareketleri birer devrimle sonuçlanabildi. Libya ve Suriye’de yaşananlar ise tabiri caizse normal doğum sürecini beklemeyip zorla doğum yaptırma denemesi olarak sahnelendi ve bildiğiniz tablo ortaya çıktı.
Mısır’daki askeri darbe ise hem bize devrimlerle ilgili öğrendiklerimizin bir kere daha sınanması şansını verdi hem de uluslararası aktörlerin bir ülkenin iç dinamiklerini nasıl değerlendirebileceğine dair örnek bir vaka izlemiş olduk.
Mısır’da devrim sonrası süreçte oluşan demokratik düzen içerisinde halkın oylarıyla seçilmiş hükümetin askeri darbeyle devrilmesi hem bu ülkenin iç dinamikleri bakımından hem de bölge güçlerinin oynadığı rol bakımından değerlendirilmesi gerekiyordu. Biz Türkiye’de bunu yapmadık, heyecanlı tepkiler vermekle yetindik. Sokaktaki adam için söylemiyorum bunu. Siyasetçiler, aydınlar, bilim adamları için söylüyorum.
Mısır’da eski düzenden memnun kesimlerle İhvan’ı yeterince radikal bulmayan tutucu kesimlerin ittifakını dikkate almadan yaşananları anlamak zor. Aynı şekilde Suudi Arabistan ve müttefiklerinin darbede oynadıkları rolü görmezden gelerek olayın uluslararası boyutunu sorgulama konusu yapmak mümkün değil. Türkiye’de bu yapılmaya çalışıldı.
Biz Türkiye’de “batılılar neden Mısır’da yapılan darbeyi kınamıyor” diye tepki gösterirken Suudiler de “batılı müttefiklerimiz neden Mısır’daki darbeye destek vermiyor” diye öfke göstermekteydi. Hatta hiç olmayacak bir şey oldu; ABD yönetimi ile Suudilerin arası açıldı bu süreçte. Elbette Washington’un İran’la yakınlaşma politikası başta olmak üzere son dönemde attığı adımların birikerek ortaya çıkardığı bir reaksiyondan söz ediyoruz ama özellikle Suudi istihbaratının başındaki Prens Bender bin Sultan’ın o günlerde sağda solda Obama yönetimi hakkında söyledikleri yenir yutulur cinsten değildi.
Diğer yandan Amerikalıların da Suriye’de ortaya çıkan tablodan dolayı Suudileri ve Suudilerin Suriye siyasetinin mimarı Bender’i suçladıkları sır değil. Ama aslında Suudilerin züccaciye dükkânına girmiş fil gibi Mısır’a veya Suriye’ye gerçekleştirdikleri hoyratça müdahalelerin bir sebebi de Obama Doktrini. ABD’nin mevcut yönetimi dünyanın her tarafında yaşanan sorunlara eskisi gibi doğrudan müdahil olmak yerine çözümü o bölgelerdeki müttefik güçlerden bekleme politikasını benimsedi çünkü çoktandır.
Ne var ki özellikle Ortadoğu’da ortaya çıkan sonuç pek memnun edici olmadı. İşte bu yüzden yakın zamanda Obama Doktrini’ni tavzihe yönelik açıklamalar geldi Washington’dan. “Siz yanlış anladınız, Ortadoğu’dan çekilmiyoruz” denildi açıkça. Bir süre sonra da Suudilerin kudretli istihbarat şefi koltuğunu terk etti.
Devamı var...