Yarın Urfa’da “Kardeşlik” üzerine bir konferansa davet edildim. Davet sahiplerine “Alt başlığı ‘Rasulullah’ın elinden tutar gibi...’ olsun” dedim. Tahmin ediyorum davet sahipleri bölgede yaşanan sancı ile bağlantılı olarak bir “Kardeşlik çağrısı” yapılsın istediler. Ben de bu çağrıların gönüllere ulaşması ölçüsünde fayda sağlayacağına inananlardanım.
Neden “Rasulullah’ın elinden tutar gibi” dediğimi az sonra anlatacağım. Ama önce mevcut halimize dair çok çarpıcı bir örneği sizlerle paylaşmak istiyorum.
Benimle psikolog dostum Mehmet Dinç paylaştı bu bilgiyi. Şöyle ki:
“Burası Meksika’nın doğu sınırında yer alan Chiapas eyaletinin başkenti San Cristobal de ls Casas. Çevresiyle birlikte nüfusu yaklaşık 120 bin.
“En güncel verilere göre San Cristobal de las Casas’ta 60 (yazı ile altmış) Müslüman yaşıyor. Eyalet genelindeki Müslüman sayısı ise 300 olarak tahmin ediliyor.
“İspanyol asıllı sufilerin 20 yıl önce İslam’la tanıştırdığı şehirdeki Müslümanlar 4 gruba ayrılmış. Birbirine rakip iki ayrı sufi topluluk, Ahmediye mensupları ve bir de Selefi hareket. Cami ve mescidler birbirinden ayrılmış. Haliyle bu 4 grup arasındaki irtibat da kopma noktasına gelmiş.
Tekrar edeyim: Müslüman sayısı 60. Yazıyla: Altmış.”
Ne düşünüyorsunuz?
120 bin kişi içinde 60 kişisiniz, dört gruba ayrılmışsınız ve birbirinizle konuşmuyorsunuz.
Acaba diyorum, bu 60 kişi aynı sitede, hatta aynı apartmanda olsalardı birbirleriyle konuşurlar mıydı?
Acaba bu Müslümanların bilgi birikimi içinde “İslam kardeşliği” üzerine herhangi bir şey yok muydu?
Emin olun onlar da oturduklarında kardeşlik üzerine Kur’an’dan, Hadislerden dolu dolu metinler paylaşırlar.
Ama gel de işte sıcak gündem ortamında “Kardeşlik hukuku”nu hatırla.
“Rasulullah’ın elinden tutar gibi...” dedim, yani dün Meksika’daki o 60 Müslüman da Mescid-i Nebi’de olsalardı, “Sen şu tarikattansın, şu ekoldensin vs.” demeden Rasulullah’ın elinden “Kardeşçe” tutar, birbirine sarılırlardı. Yarın ebedi alemde de hepsinin “Hamd sancağı altında Rasulllah’la birlikte olmaya can atacağı” muhakkaktır.
Peki ama ne oluyor da “Cennetimizi ve cehennemimizi buradan götüreceğimizi” biliyor olmamıza rağmen, bu dünyada iken livaülhamd altında buluşamıyoruz?
Kimbilir belki de Rasulullah’ın elinden tuttuğumuzu unutuyoruz, kimbilir belki de Kur’an’ın “Allah’ın kalblerini ısındırdığı insanlar” olduğumuzu unutuyoruz, kimbilir belki de “Kur’an’ın kardeş ilan ettiği insanlar olduğumuzu” yani “Mü’min kimliği”mizi unutuyoruz. Bunların hepsi ağır tanımlamalar. Ama maalesef yaşadığımız gerçek bu.
Kaldı ki daha henüz “kardeşlik muhasebesi”nde birbirimizin mescidlerini - camilerini kundakladığımız “Sünni - Şii ayrışması” bahsine gelmedik. O durumlarda kardeşlik nereye düşüyor acaba?
Siyaset alanı zor bir alan. Orada kardeşlikler çok daha çetin bir sınava tabi oluyor. Bu, İslam’ın ilk dönemlerinden beri böyle olmuş. O dönemlerdeki ayrışmaları - savruluşları okumaya insanın kalbi dayanmıyor. “En iyisi, diyoruz, yorumlamayalım, onlara yönelik muhabbette kalplerimizi korumaya çalışalım.”
Gelelim zamanımıza.
Şu sıralar pek çok insanın öndeki simalarla ilgili böyle bir duygu taşıdığını sanıyorum. Her biri yıllar içinde büyük mücadeleler vermiş insanlar, hangisine kıyacaksınız ki? Hangisine taraftar olsanız, diğerinin hukukunu bir ölçüde ihlal etme riski var.
Diyor ki birisi diğerine:
“Siz benim rahmetli annemin beşinci oğluydunuz. Evlatlarım rahmetli Mehmet Fatih, Ayşenur ve Mücahid’in Tayyip amcasıydınız. Bütün ağabeylerim sizi benden çok daha fazla severdi........ Sizin sağlığınıza, ailece mutluluğunuza duacıyız. Ve ülkemiz için bugüne kadar güçlü bir lider olarak yaptığınız mükemmel hizmetler için de teşekkür ederiz.”
Annenin beşinci oğlu. Çocukların amcası. Ağabeylerin en çok sevdiği... Yani kardeş.
Evet kardeş.
Şimdi Tayyip Bey’le Bülent Bey’in, bir de Abdullah Bey’in, bir de Ahmet Bey’in şöyle kameraların önünde, adeta şeytan çatlatırcasına, birbirinde kayboluyormuş gibi kucaklaşmasını öyle istiyorum ki...