Rus sinemasında Tarkovski’nin mirasını devam ettiren yönetmen olarak tanımlanan Alexander Sokurov’un son çalışması Faust, aslına bir bakıma sadık bir biçimde Almanya’nın mezbelelik bir dönemini mercek altına alıyor. Geçen yıl Venedik Film Festivali’nde Altın Arslan ödülünü kazanan ve Göthe’nin, bilinen ilk kaynağı 16. Yüzyıl başına giden, 19. Yüzyıl başında kaleme aldığı klasik eseri Faust’un serbest bir uyarlaması olan film, kötülük teması üzerine kötülüğün de teşhiriyle seyirci karşısına çıkıyor. Şeytan karakterinin filmde hemen başlangıçtan sonuna perdede boygöstermesiyle kötülüğün kol gezdiği film, çeşitli görüntülerle seyri çok zor bir esere dönüşüyor. Batı düşüncesi, sanatı ve Hıristiyanlık temelinde yaklaştığımızdaysa, burada sergilenen fiziki açıklığın Tarkovski sinemasında da yer yer ortaya çıktığını, filmin Venedik’te aldığı ödüllerden birinin katolik SIGNIS kuruluşuna ait olduğunu belirtelim. Aslında fiziki açık teşhirin çoğu spritüel Batı sanatçısı ve bizzat din kurumları tarafından içselleştirildiğini de ayrıca ifade etmek, bunun entelektüel algı ve tutarlılık tarafından tartışmasını yapmak gerekiyor.
***
Gerçeküstü bir açılışla gökyüzünden inerek hikayeye giriş yapan ve ekspresyonist sinemadan de arada izler taşıyan film, metaforik bir yaklaşımla yeryüzündeki hayatın son devresi olan ölüm halinin derece olarak en aşağı hali olan kadavra görüntüsüne cinsi bir vurgulamayla girer. Filmin oldukça solgun mat renkleri, sıkışık sokak, ev ve mekan duygusu, mahrumiyet ve kirliliğin kesafetiyle, ayrıca psikolojik sıkışıklık duygusuyla son derece kasvetli bir atmosfer sunar. Zaman zaman kullanılan anamorfik mercek, psikolojik gerilimi daha da pekiştiren görsel bir özellik taşır. Ekspresyonist görsel unsurların yer aldığı planlarda üslupçu (stilistik) bir hava göze çarpar.
Kimi zaman, “Tanrı her yerdedir. Başlangıçta söz vardı” gibi önemli düsturların dile getirilmesine rağmen, bir çamaşırhane sahnesindeki kadınların ve sözde şeytanın süfli hareket ve görüntüleri ve profesörün genç kızla girdiği ilişkide kızın aynı kadavrada olduğu gibi alttan cepheden görüntülenmesiyle film bir zaaflar senfonisine dönüşür. Değerlerin konuşulmasının, örneğin, Hanna Schygulla gibi bir oyuncunun performansının ortaya konmasının veya sondaki öte dünya tasvirinin ele alınmasının dolayısıyla filmin entelektüel çözümlemesinde ne yazık ki kıymet-i harbiyesi pek bir azalır. Sokurov’un yaptığı ve Murnau’nun ünlü 1926 klasiği Faust’undan görsel esinler taşıyan çalışmasını, ölüm teması ve varoluşsal sorular özelinde fazla örtüşmese de Wenders’in 2009 yapımı Palermo’da Görüşme (Palermo Shooting) filmiyle karşılaştırdığımızda, insicam ve kalibre bakımından fark açıkça görülmektedir.