Bahreyn, Basra Körfezinde en büyüğü 55’e 17 kilometrelik 33 adadan oluşan, toplam nüfusu 1.3 milyon civarında olan bir ülke. Bağımsızlığını 1972 yılında İngilizlerden almış. Batı ile güçlü ekonomik, siyasi ve kültürel bağları var.
Türkiye, Bahreyn’i en çok rejiminin “Arap Baharı” sırasında benimsediği baskıcı tavırla tanıyor. Üç bine yakın insanın tutuklandığı, beşi polis işkencesinde olmak üzere en az 80 kişinin öldürüldüğü, yapılan gösterilere 150 bin kişinin katıldığı yer olarak biliyor.
Onu Türkiye’de insanlar, protestolar sırasında yaralananlara müdahale eden doktorların baskı altında kaldığı, Amerika’nın bu ülkede bulunan üssü yüzünden açıkça eleştirmekten kaçındığı, 1000 kişiyi bulan Suudi güçlerinin girip ayaklanmayı bastırdığı bir ülke olarak hatırlıyor.
Gerçekten de Bahreyn Şii “azınlığı” ve azınlığının İran’la olan özel ilişkisiyle ilginç bir yer. Baskıcı ve otoriter olduğu da kesin. Başkent Manama’daki havaalanına ayak basar basmaz bunu hissediyorsunuz. Pasaportlarınız uzun uzun inceleniyor, çeşitli makamların görüşü alındıktan sonra ülkeye girebiliyorsunuz.
***
Bahreyn’in en büyük korkusu İran. Şii nüfuslarının İran tarafından ayaklanmaya teşvik edildiğine inanıyorlar. Çarşamba günü bölgenin tanınmış düşünce kuruluşlarıyla TESEV’in gerçekleştirdiği toplantıda gördüğümüz gibi İran’ın nükleerleşme sevdasından da son derece rahatsızlar.
İran’ın edineceği nükleer silahlarla dokunulmazlık kazanacağından endişe ediyorlar. Türkiye’yi de yanlarında görmek istiyorlar. Beklentileri Ankara’nın Tahran’a karşı açıkça tavır alması. Anlaşıldığı kadarıyla rejim ve rejimin elitleri Türkiye’nin Brezilya ile birlikte sergilediği arabuluculuk çabasından pek hoşlanmamış.
Açıkça konuşulmasa da İsrail İran’a saldırsa pek ses çıkartmayacağa, hatta mutlu olacağa benzerler. Aslına bakarsanız korkularının yersiz olduğunu söylemek de zor. Şii taleplerinin bir kısmı haklı olmakla birlikte İran’ın işin içinde olmadığını iddia etmek imkansız.
İran Bahreyn üstünde 1927’den bu yana hak iddia ediyor. 1957’de İran Parlamentosu Bahreyn’i 14’üncü vilayeti bile ilan etmiş. Sorun ancak 1970’de BM tarafından hazırlanan bir raporla bir ölçüde çözülebilmiş. 1981’de Şii’ler teokratik bir devlet kurmak için darbe yapmaya kalkmış. Sorunlar 1990’lar boyunca da devam etmiş.
***
Benim katıldığım toplantıdan çıkarttığım sonuç Bahreyn’deki yerleşik düzenin Türkiye’ye güven duymak istediği yönünde. Bu güvenin de iki boyutu var. Hem ülkelerindeki muhalefeti desteklememesini bekliyorlar, hem de İran’a karşı açıkça tavır almasını. Diğer Körfez ülkelerinin de benzer beklentileri var.
Türkiye’nin bu beklentileri karşılayıp karşılayamayacağı şüpheli. Ankara’nın Manama’yı savunabilmesi için rejimin meşruiyetini koruması, reform yapması, temel hak ve özgürlüklere hassasiyet göstermesi şart. İran konusunda ise açıkça Tahran karşıtlığı yapması ne kadar doğru, o da tartışmalı.
Bana kalırsa Ankara Tahran’la olan kendi sorunlarını dahi güç tehdidinde bulunmaya kalmadan çözmeye, yönetmeye çalışmalı. Körfez bölgesinin stratejik endişelerini gidermeyi başkalarına bırakmalı. Ancak İran’ı da artık daha fazla kollamamalı.
Çarşamba günkü toplantıdan çıkarttığım bir diğer sonuç ise değişen bölge jeopolitiğinde Türkiye’nin İsrail ile olan sorunlarını çözmesi, ilişkilerini normalleştirmesi gerektiği oldu. Bariz bir şekilde belli ki İsrail bu bölge için tehdit değil.
Bahreyn ve diğer Körfez ülkeleri tabii ki Filistin sorunu çözülsün istiyorlar. Fakat İsrail’i tehdit olarak algılamıyorlar. Türkiye’nin kendini İsrail karşıtlığında konumlandırması onların stratejik vizyonunda bir yere oturmuyor.
Halkın İsrail karşıtlığı ile yükselen Türkiye’ye desteği derseniz, o da doyum noktasına ulaşmış halde. Bundan sonra Arap sokağının Türkiye’ye sempatisini İsrail karşıtlığından çok Ankara’nın devrimler karşısında takındığı tutum, Suriye krizini yönetme biçimi, demokratik modelini koruyup koruyamayacağı belirleyecek.