Gottfried Benn (1886-1956) adlı bir Alman şâiri ve denemecisi var. Asıl mesleği hekimlik. Modern Alman Edebiyâtı’nın en önemli isimlerinden biri olarak kabûl edilen bir ağabeyimiz. Dün akşamdan beri onun “Kommt!” (Gelin!) adlı şiirinden iki dörtlük durmaksızın zihnimde dâireler çizip duruyor. İlk ve son kıt’alar...
“Kommt, reden wir zusammen,
wer redet, ist nicht tot,
es züngeln doch die Flammen
schon sehr um unsere Not.”
Bakalım Türkçesini kıvırabilecek miyim:
“Gel, gel de biraz konuşalım!
Her kim ki konuşur değildir ölü.
Bak nasıl kıvranıyor yalım,
Ki içinde sefâletimiz gömülü!”
Fenâ olmadı gâlibâ, ne dersiniz?
Son dörtlük ise şöyle:
“und schon so nah den Klippen,
du kennst dein schwaches Boot.
Kommt, öffnet doch die Lippen!
Wer redet, ist nicht tot.”
Lisân-ı Türkî üzre:
“Ve kayalıklar öylesine yakın...
Filikan tayfunda bir rüzgâr gülü;
Konuş, kilidli kalmasın dudakların!
Her kim ki konuşur değildir ölü!”
Vallıyi, bende cevher var ama haylazım, haylaz! Aklım fikrim karıda kızda...
Oysa 20 dakıyka bile sürmedi bu çeviri.
Rahmetli Behçet Necâtigil olsa sekiz ay sürer müteâkıben ikibuçuk sene mayalanmaya yatırılır ve ardından üç ayda düzeltildikden sonra ileride yayınlanmak üzere dolaba konurdu.
Biz, ayıbdır söylemesi şipşakçıyız.
Bir de çalışkan ve iyi bir çocuk olsaymışım...
Kaşla göz arasında daha buna benzer ne tercümeler, hattâ tercemeler yaparak vatanıma ve milletime ne kadar hizmetlerde bulunabilirdim!
Meselâ Atatürk’ün “Gençliğe Hitâbe”sini de altı dakıyka onsekiz sâniyede Almancaya çevirebilirdim.
Ama bunlar artık boş lakırdılar.
Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur!
Benimse yaşım etdi yetmişdört!
Yedi yaşındayken de ilkokul birinci sınıfa berâber kaydolduğumuz Pınar’a âşık olmuşdum.
Şimdi diyeceksiniz ki “A veled, oturup edebinle harfleri öğrenseydin ya!”
Tabii ki haklısınız! Zâten ben de ne mal olduğumu göresiniz diye anlatıyorum bütün bunları!
Göresiniz de kendi yavrularınıza mukayyed olasınız diye!
Harfleri çok sonraları öğrenebildim ki o da yarım yamalak. Örneğin “gittim” yerine “gitdim” yazıp duruyorum. Bakalım sonunda ben mi Türk Milleti’ni iknâ edeceğim yoksa Türk Milleti mi beni?
Hem de Atatürk “Şu millete zıd gitmeyin diye on kere söyledim!” dediği halde!
Fakat esas konum bu değil elbet...
Ben buradan çıkarak Türkiye’deki muhtelif gruplar, zümreler ve (varsa!) sınıflar arasındaki iletişimsizlikden dem vuracak ve konuşmamız gereğine bağlayacakdım.
Fakat bu kadar lezzetli bir sohbetden sonra siyâsete uzanmak bana biraz görgüsüzlük gibi geldi ansızın.
Onun için iyisi mi yine şiirle devâm edelim!
Bir zamanlar pek bir beğendiğim genç bir şâirden “Tecrübe” adlı mısrâlarla noktalayalım bugünki şeyimizi. Ondan sonra isteyen şeyeder istemeyen etmez:
“Eski vergi beyannâmelerine benzer eski aşklar.
Birkaç yıl en alt çekmecesinde masanızın
Saklayın ve sonra atın!
Hazır laf açılmışken eski aşklardan:
Sizi behemehâl unutmak istiyorum.
Bir zahmet hatırlatın!”
İki şekerli bir sâde,
Bana bugünlük müsaade...