Şu ara İran ile Türkiye arasında soğuk rüzgarlar esiyor. Bunun farklı sebeplerinden en büyüğünün Suriye konusundaki zıtlık olduğuna ise kuşku yok. Bana kalırsa, bu meselede Türkiye’nin haklı olduğuna da kuşku yok. Çünkü tarihin doğru tarafında olanlar, Beşar Esad’ın kanlı rejimine destek olanlar değil, karşı çıkanlar.
Öte yandan, son dönemde İran hakkında Türkiye içinde yürüyen, kimi zaman sadece satır aralarında ilerlese de kayda değer olan tartışmada iki zıt uç görüyor ve ikisini de yanlış buluyorum.
Bu uçlardan biri, İran’a romantik bir sempatiyle bakan kimi İslamcılar. 1979’daki devrimden bu yana bir tür “model” olarak gördükleri İran’ı, Batı’ya ve İsrail’e başka herkesten daha fazla kafa tuttuğu için bilhassa takdir ediyorlar. Bu anlayışa göre, Türkiye gibi “ılımlı” ülkelerin yanında (ki bu jargonda “ılımlı” kelimesi neredeyse sinkaflı küfür yerine geçiyor) İran alabildiğine cesur ve ilkeli bir kahraman olmuş oluyor.
Keskin sirke durumu
Oysa İran rejiminin cengaverliğinin hamiyet-i İslamiye’den mi yoksa ulusal ve rejimsel çıkarlardan mı kaynaklandığı tartışmaya açık. İran’ın şu aralar Suriye’de, geçmişte de Azeri-Ermeni savaşında aldığı pozisyonlar hatırlandığında da, cevabı ikinci şıkka kaydırmak zor değil.
Dahası, eğer İran hakikaten çok “ihlaslı” bir radikallik yürütüyor olsa bile, bu radikalliğin İslam dünyasının hayrına olup olmadığı da tartışmaya açık.
Bilhassa Filistin meselesinde... İran bu konuda İsrail’i haritadan silme tehditleri savurmakla, Hizbullah’ı (ve yakın zamana dek Hamas’ı) silahlandırıp “cepheye sürmekle”, bence Filistin’den çok İsrail sağına yardımcı oluyor. Çünkü adil bir barışa bir türlü yanaşmayan İsrail sağının en büyük uluslararası dayanağı, İran sayesinde pompalamaya devam ettiği korku iklimi.
Buna karşılık son dönemde Filistin’e verilen en anlamlı destek Türkiye’den geliyor. Bu destek, tam da Türkiye soruna “ılımlı” çözüm önerdiği için ve tam da ABD müttefiki ve NATO üyesi olduğu için önemli.
Yani “Türkiye’nin NATO’da ne işi var, Kürecik’te niçin radar kurduk” diyenler bence yanılıyor. NATO’da olmak, NATO’yu etkilemek demek. Kürecik’teki radar ise saldırı değil savunma amaçlı. Ve Türkiye’nin İran’ın Batı’ya saldırmasını isteyecek hali yok.
Siyasete din karıştırmak
Tüm bunlar, siyasi meseleler. Türkiye ile İran arasındaki makas da bu meselelerdeki farklardan ötürü açılmaya devam ediyor.
Ancak bu siyasi makasa bir de mezhepsel bir boyut katma eğiliminde olan bazı yorumcular var ki, bu hatalı bulduğum ikinci uç.
Daha açık konuşmak gerekirse, Tahran’ın siyasetlerinden rahatsız olan kimi Sünni yorumcular, sorunu İran’ın Şiiliğine bağlama eğilimindeler.
Oysa bu çok yanlış. Çünkü öncelikle teşhis yanlış. İran, bir ulus devlet, ve on üç asırlık Şii geleneğini değil, kendi ulusal çıkarlarını temsil ediyor.
Dahası, İran’ın gerçekten bir Şii mezhepçiliği ile hareket ettiği noktada bile, bunun karşısında Sünni mezhepçiliği yapmaktan kaçınmak gerek. Aksi, İran’a atfedilen hatanın aynını yapmak demektir.
Aslında Türkiye hükümetinin son yıllarda izlediği siyaset, bu açıdan doğru. Başbakan Erdoğan’ın “ben Sünni veya Şii değil, Müslümanım” demesi, Irak’ta Şiilerin kutsal mekanlarını ve Ayetullah Sistani’yi ziyaret etmesi, Türkiye’de Caferi vatandaşlarımızın Kerbela törenlerine katılması, hep olumlu adımlardı.
Ortadoğu’da bir “Türk çizgisi” olacaksa, bu minvalde gelişmeli, mezhepler ve hatta dinler-üstü olmalı. Sünni olmakla beraber “Sünnicilik”ten kaçınmalı.