11 Eylül’le birlikte tüm dünyanın Amerika üzerinden fark ettiği El-Kaide vakıası oldukça ilginç bir atmosfer ortaya çıkarmıştı. Amerikan sosyal muhayyilesini tam anlamıyla tatmin eden ‘yeni şer’ keşfedilmişti. Bu nevzuhur şeri lanetlemek bile başlı başına bir siyasal pozisyona tekabül ediyordu. Nitekim öyle de oldu. Asrı dolduran bölgesel düzeni, mimarlarını, işgallerini konuşmanın riskli dünyası yerine; ‘El-Kaide merkezli’ bir tartışma yapmak hem küresel bir geri dönüş sağlıyor hem de cari düzenin unsuru olan lokal iktidarlara güvenli bir siyasal alan imkanı veriyordu. 11 Eylül saldırılarının ortaya çıkardığı vahşeti sorgulamanın imkansızlığı parantezinde, yeni bir diskur ve işgaller marifetiyle fiili bir durum ortaya çıktı.
Böylesi bir atmosferin ortasında, 11 Eylül saldırıları sonrası yaşanan trajedinin polisiye ve güvenlik dinamikleri üzerine yeterince tartışma yapıldıktan sonra kabaca iki eğilim belirdi. Birincisi ve tartışmasız etkili olan eğilim terörizm, İslam ve şiddet diskurunu küresel tüketime soktu. Ciddi anlamda netice de aldı. Zayıf kalan ikinci eğilim ise yaşanan trajedinin siyasal ve tarihsel dinamiklerini anlama gayreti içerisine girdi. Böylesi bir çaba ister istemez bölgemizin son yüzyıl boyunca yaşadığı tecrübeye mercek tutmak anlamına geliyordu. Meseleye fazla değil biraz titizlikle bakınca El-Kaide’nin ve yeni dalganın ortaya çıkışının sebeplerini görmek mümkündü. Bu elbette konforlu bir analiz alanı sunmuyordu.
Dün El-Kaide üzerinden keşfedilen ‘konforlu bela’ bugünlerde IŞİD üzerinden kullanılmaya başlandı. Adeta kafayı kaldırma ihtimali olan bütün aktörleri terbiye etmek için bir sopa vazifesi görüyor. Zira sopanın kendisi ziyadesiyle kirli, gizemli ve kanlı. Kime doğrultulsa, kime değse zarar verme ihtimali kuvvetle muhtemel. Küresel hegemon diskur, ‘’IŞİD’i konuşmalıyız’’ işaretini verdiğinden beri ‘hatırlatılanlara veya unutturulanlara’ bir göz atmak meseleyi anlamak için yeterli. Çok eskiye gitmeye gerek yok, Suriye isyanı sonrasında yaşananların bir benzeri tekrar Irak’ta hayata geçiriliyor. Amerika’nın Suriye meselesindeki en tecrübeli iki bürokratı Fred Hoff ve Robert Ford’un da eleştirilerini dile getirip istifa etmelerine yol açan politikadan bahsediyoruz.
Suriye’de yaşanan krizle yüzleşme ve müsebbibini görmek yerine önce El-Kaide ardından da IŞİD’e sarılan bir yaklaşım bu. Yüzbinlerce insanın ölümüne sebep olan Baas rejimi bir anda El-Kaide sorunsalına; Suriye krizi de kimyasal silahlar meselesine dönüştürüldü. Son tahlilde oldukça ucuz ve ahlaksız bir makas kurmuş oldular. Krizin dinamiklerine odaklanan, açıkça bir siyasi ve ahlaki tercihte bulunan hemen herkesi El-Kaide ve IŞİD’le tehdit etmeye başladılar. Zira IŞİD’le aynı fotoğrafa sokma tehdidi bizatihi İŞİD tehdidinden çok daha etkiliydi.
Irak’ta ve Suriye’de bizlere El-Kaide ve IŞİD’e dair İngilizce’den tercüme klişeleri tekrarlayanlara itibar etmemiz için bir sebep bulunmuyor. Zira hiç bir orijinal tarafı yok bu yaklaşımın. Onlardan çok daha önce, Dera’da 2011’de çocukları katlederken Esed, 2012’de binlerce kişinin kanına girerken Maliki, Suriye krizi başladığı gün 1990’lardaki Çeçenistan literatürünü olduğu gibi Şam’a taşırken Rusya ve Şah’ın İslam devrimi sürecinde isyana karşı kullandığı bütün argümanları neredeyse birebir Suriye için kullanırken İran, karşı karşıya olduğumuz ‘büyük terör tehdidini’ bizlere üç senedir aktarıyorlar. Benzer bir çapsız yaklaşım, Türkiye’de yıllarca Kürt meselesinde sürdürülmüştü. Sorunu salt PKK merkezli görmeyen her yaklaşım ve kesim olabilecek her türlü yafta ile mahkum edildi. Bugünlerde Türkiye’nin Pakistan olduğunu Batı medyasından tercüme edip tüketen güruhun elinde ülkemizin bir kısmı neredeyse Sri Lanka oldu. Hal bu iken belanın kendisinden uzak durmak gerektiği kadar konforuna da meyletmemek ciddi, stratejik ve ahlaki bir tutum olacaktır.