Hayatımızın merkezinde babam vardı. Köy öğretmeniydi babam. Onun deyişiyle söylersem; “essah öğretmen” diğer öğretmenler “essah” değil manasında anlaşılmasın. Babam köydeki çocuğu dibine can suyu verilmeyi bekleyen fidanlar gibi görürdü. Ve yaptığı iş ona göre can suyu vermek kadar “essah” bir işti.
Limon kolonyası size ne hatırlatır bilmem ama bana hemen sadece babamı hatırlatır. Hemen deyişim boşuna değil. Hatıralarım hemen yanımda gibidir. Uzansam dokunacağım sanki. O hatıraların merkezinde babam var ve babamın kokusu limon kolonyasıdır. Hayatımızın merkezinde babam vardı. Köy öğretmeniydi babam. Onun deyişiyle söylersem; “essah öğretmen” diğer öğretmenler “essah” değil manasında anlaşılmasın. Babam köydeki çocuğu dibine can suyu verilmeyi bekleyen fidanlar gibi görürdü. Ve yaptığı iş ona göre can suyu vermek kadar “essah” bir işti. Eh “essah” bir işi yapan da “essah öğretmen” oluyordu.
Ablam, ben ve yanımızda sürekli yorgun hatırladığım, yorgunluğu her zaman migrene bağlanan ve baş ağrısı denilen o karanlık kuyularda kaybolan bir anne var. Annemin yorgunluğundan bahsederken sakın bu yorgunluktan bizim de bezgin olduğumuz anlaşılmasın. Babam sayesinde ne biz ne annem hayata karşı bezgin, bıkkın olabilirdik. Babamın güne her sabah çelik gibi başlamak, günü şevkle geçirmek ve akşam da fazla oyalanmadan yatmak konusunda demir gibi sağlam prensipleri vardı. Ona göre bir insanın şu yalan dünyada bezgin olmasını gerektirecek bir şey yoktu. Biz imkanları her zaman kısıtlı köylerde geçen hayatımızda bezgin olması babası tarafından yasaklanmış çocuklardık.
Babamı ablam kadar iyi anlatamam ama aklımın yettiği sabah erkenden kalkmış, tıraşını olurken çay suyunu çoktan hazırlamış ve tıraş sonrası odanın içini limon kolonyası kokusu ile doldurmuş bir baba var. Köyde okul niyetine yine babamın uzun gayretleri ve köylünün desteğiyle kurulmuş iki odalı bir okul binası vardı. Aslında bina demek biraz abartı olur. Çatısı çatılmış, penceresi yapılmış bir kömürlük düşünün. Babam burayı yaptırmak için Milli Eğitim’e gidip gelmekten usandığı için köylüyü harekete geçirmeye uğraştı. İki odalı okulun her şeyi ayrı bir mesele olmuştu. Tuğla yerine kerpiç kesilmiş, çatısının direkleri rica minnet bulunmuş, çatısındaki kiremitlerin çoğu kırık bir yapıydı. Bayrak direği bulunamamıştı da düğünlerde bayrak çekilen bir sırık okul önüne sabitlenmişti. Kara tahtayı babam eliyle yapmıştı. Tahtanın yüzeyinin pürüzü giderilemediğinden sürekli tebeşirleri kıran bir tahta idi. Şimdi okullardaki akıllı tahtaları görünce bizim yüzü yaralı kara tahtamız gelir aklıma...
Babam okulu yaptırırken bir şeyi hesap edememişti. Okul eve ne kadar yakın olursa evdeki gürültü de o kadar çok oluyordu. Annemin migren ataklarını tetikleyen çocuk gürültüsü her zaman evin içindeydi. Annem hep söylenirdi. “Ne olurdu şu okulu iki adım öteye yapsaydın. Çocuklar başımın içindeler. Vauv vauv ediyorlar sürekli...” Şimdi nerede bir gürültü duysam annemin “vauv vauv” dediği gelir aklıma. Benim için çocuk gürültüsü demek annemin baş ağrısı demektir.
Babamın okul inşaatı sırasında ilk kez sabah öksürükleri başlamıştı. Sobalı evde hepimiz aynı odada yatıyoruz. Babam erkenden kalkar ve öksürmeye başlardı. Sanki vazife gibi belli bir miktar öksürmeyince rahatlayamazdı. O öksürüklerin sebebini bilemedik. Daha doğrusu o öksürüklerin sebebini hiç merak etmedik. Yani babalar hep öksürür gibi düşünüyorduk herhalde.
Babamın bir adeti de bizi her zaman yanında okula götürmesiydi. Ablam zaten okula başlamıştı. Ben ise şimdi okul öncesi dedikleri çağlardaydım. Ama neden bilinmez ben gördüğümü unutmam. Ablamla eskiyi hatırlayınca benim zihnimde kalmış detaylara ablam hayret ediyor. Mesela okulun sobasının bir adeti vardı. Hiç umulmadık anda “pof” der sonra ateşine odun atılmış gibi başlardı far far ederek yanmaya. Babam o zaman, “Haydi çocuklar işaret geldi biraz teneffüs yapın.” derdi. Çünkü el kadar oda soba sayesinde duman altı olurdu. Babam zorunlu teneffüs saatlerinde çocukları camdan seyreder ve kendi kendine konuşurdu. “Bu çocuklar hiç üşümezler mi? Bunlar şehirde olsalar kırk kat bohça içinde korunurlar da yine de doktor, hastahane peşinde gezerler. Ama bu yavrular sanki soğuk yedikçe çelikleşiyorlar. Hâlbuki yedikleri yufka ekmek ile çökelektir. Ona rağmen soğuk onları etkilemiyor. Esasen sobayı bile kendim için yakıyorum. Yoksa onlar soğuk odalarda uyumayı büyümenin delili sayarlar. Sobalı odada anne baba ile uyumak çocuklara mahsus bir iştir de soğuk odada yatmak delikanlılık alametidir. Bunlar da hemen büyümeye çok hevesliler. Çünkü köyde delikanlı olmak çocuk olmaktan daha havalı bir şeydir.” derdi.
Çocuklar ise kendileri üzerinden hayat dersi çıkaran babamdan habersiz teneffüs saatleri kıyamete kadar sürecek gibi deli bir coşkuyla oynarlardı. Onlarla ilgili bir gözlemim de benim var. Köy çocukları okula gelince daha bir çocuklaşırlar da köy içinde yaşlarından büyük hareketleri vardır. Okul onlara çocuk olduklarını hatırlatır sanki. Belki de köyde boylarından büyük işlere gönderildikleri için tavırları çocukluktan uzaktır.
Babamın ritmi de köylüye göreydi çoğu zaman. Bazen çocuklardan bağ bahçe işi sebebiyle okula gönderilmeyenler için ek ders bile yapardı. Zehir gibi çocuklar vardı. Evde ders çalışacak yer bulamayıp sadece sınıfta anlatılanlarla imtihanları geçen yatılı okuldan işin ucunu fakülteye bağlayan çok öğrencisi oldu babamın. Tabi onların başarısı babamın da kıvanç kaynağı idi. İşin ilginci annem de sevinirdi babamla beraber. O çocukların tezek kokulu bir hayattan fakülteler bitirip hayata atılması annemi de duygulandıracak kadar güzel haberlerdi.
Hatıralar sıraya dizilmiyor. Ben de lafın bir ortasından bir sonundan başlıyorum ama iki şeyi anlatmam lazım. Birincisi; babamın öksürük nöbetleri giderek arttı. Annemin ısrarı ile doktora gidince babamın ciğerlerinde onu ömür boyu terk etmeyecek bir maraz tespit edildi. Tozlu ve havasız ortam babamı yavaş yavaş öldürüyordu. Köyde öğretmenseniz tozdan, dumandan arındırılmış bir sınıf ortamı bulmanız imkansızdır. Babam köydeki çocukları bırakmak istemedi. “Şehre gelsem toz duman her yerde. Burada hiç değilse açık havadayız. Sınıfı da sürekli havalandırırım ben siz hiç merak etmeyin” derdi.
Hastalık babamı yavaş yavaş teslim aldı. Babam öksüre öksüre eridi. Hastaneye kaldırıldı. Hastanede doktoru ise eski öğrencisi Dilek idi. Benim anlatacağım ikinci şey ise bu Dilektir... Babamın öğretmenlik hayatında ideal öğrencisi kimdir desek herhalde Dilek ilk sırayı alırdı. Hem çalışkan hem akıllı hem de neşeliydi. Babamı hastanede hiç yalnız bırakmadı. Okulunu ise jet hızıyla bitirmişti. Ben ona imtihan kurdu diyordum. Kurt nasıl kımıl kımıl yufka ekmeği keserse. Dilek de öyle kımıl kımıl bir tempoda imtihanları geçerdi.
Ben de babamın ideal öğrencileri kadar olmasam da okudum yazdım. Bir mühendis diplomasıyla babamın karşısına çıkmayı nasip etti Mevla. Ve ben çocukken aklıma koyduğum bir şeyi yaptım. Dilek ile köyde öğrendiğim Türkçe ile konuştum, “Dilek ben seni bek seviyom amma sen bunu bilmiyon. Dam başında pıtırak, gelin kızlar oturak, oturmaktan ne çıkar düğün edek kurtulak” dedim. Dilek de zaten hazırmış böylesi bir teklife. “Beni seversin biliyom, ben de seni seviyom oğlan” dedi. Gülüştük. Müjdeli haberi anneme babama verince. Babam öksürükler arasında bana aferin çekti. “Dilek gibi kız ele geçmez” dedi. Annem de çok sevindi. Düğün günü ben hiç parfüm sürmedim. Sadece limon kolonyası sürdüm ki eski günleri anayım ve mutlu günümde benim kokum hep limon kolonyası olsun. Ve hayatım da o kolonya kadar serin, ferah geçsin istedim...