Beşiktaş ilk maçta bir futbol kazası yaşamış, iddiasız rakibine yenilmişti. Ama bu kazanın nedeni rakibinin üstün becerileri değil, Beşiktaş’ın rakibinden üstün gördüğümüz yeteneklerini, yeterliklerini kullanamamasıydı.
Bu kez bu hataya düşmemeliydi. Çünkü turu geçememek kulübün ve giderek oyuncuların başına yeni ve büyük dertler açabilirdi. CAS olumsuz karar verirse, UEFA cezayı bir yıl sonra devreye sokabilirdi. Her maç kazanılmaya oynanır, ancak bu maç ‘mutlaka kazanılmaya, tur geçmeye’ oynanmalıydı.
Biliç elindeki en iyi saydığı kadro ile sahadaydı. Durumun ciddiyetini biliyordu. Tromsö’nün kozu diyebileceğimiz iki özelliği vardı. Biri tükenmeyen fizik gücü, öteki güven kırıklığına düşmemekti.
Tromsö umulduğu gibi ilk maç avantajını korumanın peşine savunma yaparak düştü ve kendi alanına kapanarak oynadı. Beşiktaş bunu bekliyor olmalıydı ve buna göre oynamalıydı. Hızlanmalı, çabuklaşmalı, rakibin yerleşmesine izin vermemeliydi. İlk yarı boyunca rakibi yuvasından çıkaracak yollarda yürümedi Beşiktaş. Ne şutu vardı, ne kanat ortaları, ne araya kaçmalar, ver-kaçlar, duvar pasları...
Ama ikinci yarıya eksiklerini bir bir geride bırakarak girdi. Çabuk top kullanmaya, hızlı oyuna yöneldi. Duran topu ustaca kullandı ve şut attı.
Bunlar on dakikada iki gol getirdi. Demek ki ilk yarıdaki hatalarının farkında idiler. Biliç, Atiba’yı ikinci yarıda sol bekte kullandı. O solda iş yaparken, Ersan’ın yerine giren Oğuzhan da orta alandan daha çok top çıkmasını sağladı. Fernandes top tutma alışkanlığı ile kapalı savunmalar karşısında takımı çok yavaşlatıyor. Oysa ondan beklenen, çabuk top kullanarak, adam eksilterek, rakibi yıpratması. Onun gibi bir yavaşlatıcı da topu tuttuğunda G.Töre. Biliç bu iki adamının top kullanmasını hızlandıracak formülü bulursa Beşiktaş tutulmaz bir hücum gücü kazanır. Ve bir de takımın fizik gücünü artırmalı. Son yarım saatte dili düştü Beşiktaş’ın.