Hatırlanacağı üzere, aralarındaki bir atışmada, Ziya Gökalp, Yahyâ Kemâl'e, 'Gözün mâzidedir, âti değilsin..' der. Yahyâ Kemâl ise, 'Kökü mâzide olan âtiyim..' karşılığını verir. Evet, kökü mâzide, /geçmişte olan ve amma 'âti'ye, geleceğe yürümeye azimli olmak.. Aslolan bu olmalıdır, herhalde..
Ama, bizim son 100 yıllık tarihimiz, 1919'dan başlatılmıştır. Halbuki, ondan öncesinde de, doğrusuyla- eğrisiyle, asırları devirip gelmiş muazzam bir mâzi vardır.
26 Ocak günü İstanbul Teknik Üniversitesi' (İTÜ)de Prof. Nevzad Kor Hoca'ya 'Üstün Hizmet Ödülü' verilmesi için yapılan bir tören vardı.
Nevzad Hoca, 90 yaşında.. Haliyle yaşlanmanın bir takım emârelerini taşıyordu, ama, dikkat ve zekâsı ve hâfızası, maşallah pırıl-pırıl..
Söz konusu törene, TBMM'nin önceki başkanı İsmail Kahraman ve eski Orman ve Çevre Bakanı Prof. Veysel Eroğlu olmak üzre kalabalık bir katılım vardı.
Konferans salonunun duvarlarında İTÜ'nün kuruluşunun 250'nci yılında olduğumuzu hatırlatan flâmalar.. Sultan 3. Mustafa zamanında 1773'de açılmış.. Böyleyken, illâ da gerekli idiyse, o flâmaların yanına konulması gereken bir resim veya fotoğrafın 3. Mustafa'ya aid olması gerekirdi. Ama, öyle olamıyor bir türlü.. Çünkü, resmi, ismi, büstü ve heykeliyle, varsa- yoksa, bir 'tek kişi' adına idame ettirilen bir 'tahakkümcü sistem ve anlayışı' henüz de devam ediyor.. Nitekim, İTÜ'nün kuruluşunun 250. yıldönümü flâmalarının yanında, 250 yıl öncesini hatırlatacak isim- resim veya çizgiler olmalı değil miydi? Ama, öyle olmamıştı. Bu konuyu mırıldandığımda, yanımdaki birisi, kulağıma, 'Yanlışlık olmuş, Sultan 5. Mustafa..' diye fısıldadı..
İTÜ gibi büyük bir üniversitenin 250 yıllık geçmişinin, o flâma sallandırmaların ötesinde olması beklenirdi. Hattâ, merhûm Prof. Fuâd Sezgin Hoca'nın çalışmalarından istifadeyle, o 250 yıllık geçmişin, ilk 150 yılında ne gibi ilginç çalışmalar yapıldığı da anlatılabilirdi.. Keza, Sultan 4. Murad zamanında ilk uçma denemelerini gerçekleştirdiği bilinen Hezarfen (bin hünerli) Ahmed Çelebi'nin çabalarının resimli olarak anlatan panolar sergilenemez miydi?
Aynı şekilde, Lagari Hasan Çelebi'nin denemeleri de.. Keza, Mart-1785'de de, İranlı bir fizikçinin, Osmanlı sultanı huzurunda balonuna iki Osmanlı vatandaşını da alarak 120 km. uçup Bursa'ya iniş yaptığı, Bursa halkının bu durumdan dehşete kapıldıkları; 1789'da da, Osmanlı'nın Polonya Elçisi İbrahim Paşa'nın Varşova'da balon uçuşu yaptığı gibi bilgilerin sıhhati ve bu yöndeki benzer çalışmalar, bu 250. yıldönümünde, İTÜ'ye yakışmaz mıydı?
Aynı şekilde, 1800'lerin başında da, Of kazâsından Veli Direko'nun da arkadaşlarıyla bir planör yapıp kullandıkları, bilinmektedir. (Yılmaz Öztuna ve arkadaşlarının yazdıkları 'Havacılık tarihinde Türkler, Hv. Basım ve Neş. Md.lüğü, Ankara-1997, s.88)
Bu programın ayrı bir tarafı daha var..
Program, sunucunun, '.... ve silâh arkadaşları ve şehidler için 1 dakikalık saygı duruşu' çağrısındaki klişe sözlerle başladı.
Bu arada, zihnimde, hemen, 'Meselâ hangi silâh arkadaşları?' suali belirdi.. Çünkü, birlikte olduğu silah arkadaşlarından Mustafa Fevzi ve Mustafa İsmet'in dışındakilerin hemen tamamı, saf dışı edilmemişler miydi? Hattâ, diğerleri bir tarafa, 'bir kurşunun bile atılmadığı, sadece bir iddia üzerine yazılmış bir 'İzmir Suikasdi' senaryosunun sonunda, 15-20'sinin idâm edilen nice ünlü paşalara ve beraat edenlerin bile yıllarca göz hapsinde tutuldukları kimselere de mi saygı duruşu?' diye geçirdim içimden..
Sonra, İstiklâl Marşı..
Sonra, İTÜ'nün öğretim üyelerinden olup, ney üfleyerek katıldığı Prof. Ali Tüfekçi'nin şefliğindeki Türk Musîkisi korosundan birkaç parça dinledik. 'N'oldu bu gönlüm, n'oldu bu gönlüm; Yanmada devâ buldu, bu gönlüm' ve 'Ey çerh-i sitemger, dîl-i nâlâna dokunma..' (Ey zâlim felek, inleyen gönüle dokunma..) diye başlayan parçalar dinledik..
Ama, bu şarkıların sözleri, perdeye yansıtılırken, 'dil-i nâlâna dokunma..' ibaresi, 'dili nalana dokunma..' diye yazılmıştı.. Ki, üni. öğrencilerinden bir çoğunun o, 'dîl-i nâlân' kelimesinin mânâsını da, telâffuzunu da bilmedikleri ve 'dili nalan'ı okuyup geçtikleri görülüyordu.
Kezâ, İTÜ'de -üstelik de- öğr. üyesi olduğu söylenen genç sunucunun, saz heyetinde yer alanların isimlerini sunarken, bir kişinin ismini, -her iki heceyi de kısa kısa okuyup, 'Agah' diye telaffuz etmesi de ve aynı kabilden.. -İlk hecenin biraz uzatılması ve ikinci 'a'nın üzerinde de inceltme işareti konularak, Agâh diye telâffuz edilmesi gereken bir isim bile bu hale gelmişti..
Evet, TDK, kelimelerin telâffuz şeklinde yardım eden bir takım işaretleri kaldırtıp, bu kadar zevksiz ve kaba-saba bir dil oluşumuna hizmet ettiğinden dolayı öğünebilir.
İTÜ Rektörü Prof. İsmail Koyuncu'nun Nevzad Hoca'nın hizmetlerini, hocalığını şükranla andığı konuşmasından sonra, Tayyib Bey'in İBB Başkanı olduğu dönemde İstanbul'un Su Meselesi'ni halletmekteki başarısında olduğu gibi, Orman ve Çevre Bakanlığı'nda da, başarılarını ülke çapına yansıtmasıyla bilinen Veysel Eroğlu yaptığı konuşmada, kendisinin yetişmesinde Nevzad Hoca'nın yön göstericiliğinin etkisini anlattı. Ayrıca, Nevzad Hoca'nın, 'o zamanlar pek üzerinde durulmayan 'Çevre Mühendisliği' konusunu gündeme getirdiğini ve bu konuda bizdeki üniversitelerde ilk olarak bir Çevre Mühendisliği Enstitüsü açtığını, kendisinin de, Nevzad Hoca'nın yönlendirmesiyle o yönde çalıştığını' anlattı. 'Ve bugün, Haliç temiz akıyorsa; İstanbul, artık, açıktan akan lağım suları pisliğinden, çöpten, susuzluktan, geçmişe göre kirli havadan kurtulmuşsa, bunların ilmî yöntemle gerçekleştirilmesinde hep Nevzad Hoca'nın rolü vardır.. Ve bunları biz öyle gerçekleştirdik..' dedi.
İsmail Kahraman ağabey ise, konuşmasında, eğitim ve maarif konularına dikkati çekerek, Osmanlı'nın son döneminde, okuma-yazma bilenlerin nispetinin İstanbul'da yüzde 7-8 olduğu iddialarının doğru olmadığını değinerek; 1900'de İstanbul'da okuma-yazma nispetinin yüzde 68, Medine'de yüzde 73 olduğunu belirtti. 1923-1950 arasında, ülkede hele de maarif ve kültür alanında, derin uçurum ve kesintilerin yaşandığını; o dönemde 2'si İstanbul'da, 1'i Ankara'da olmak üzere sadece 3 üniversite olduğunu, halkın maarif seviyesinin yükseltilmemesi için özel çabalar tezgâhlandığını, bütün öğretim üyelerinin sayısının 4 800; bugün ise, 200'ü aşkın üniversite ve 850 bin öğretim üyesi olduğunun üzerinde düşünülmesi gerektiğini' hatırlattı.
Evet, 'kökü mazide olmayan' ve 'âti'yi emperyal dünyanın yaldızlamalarına kanarak kendi köklerinden kopuk yeni bir tarih iddiasıyla ortaya çıkaranların bize, nice konularda olduğu gibi, 100 yıldır kültürel alanda da yaşattığı sefaletten bütünüyle kurtulmamız temenni ve ümidiyle..