Açılım Süreci” olarak adlandırılan bir dizi girişim ve uygulama, çok uzun yılların yanlışlarını düzeltmek, Cumhuriyetin geçmişiyle hesaba oturarak yarınlara güvenle, el ele ve birlik içinde ulaşmak için oluşturuldu. Süreci kişisel çıkarlar uğruna baltalamak isteyen, sokağa yandaşlarını döken, umudu kan dökülmesine bağlayanlar geçmişin “şiddet ancak şiddetle yok edilir”anlayışına devletin biran önce geri dönmesini hedeflemekte. O zaman altlarından kayan tabana yeniden yeniden sahip olabilecekleri kanısındalar. Kısa süreli çıkarlar ve kişisel tatminler uğruna Cumhuriyet tarihinin Kürt yurttaşlarımızla ilgili bu en hayırlı girişimine karşı çıkanlar, tek parti döneminin katliam ve baskıcı siyasetine dönüşü istemekteler ki, Kürdistan hayalleri yeniden canlansın ve yöredeki gençler Kandil’in yolunu tutsun. Onlar da bu kutuplaşmanın, şiddetin doğurduğu siddetin rantını devşirmeyi sürdürsün. Kobani şiddetin sürmesi için bir bahanedir. Eğer Kobani’den dökülen kanlar üzerinden yürütülen kışkırtmaları tutmazsa yarın yeni bir bahane kesinlikle bulunacaktır!
Bu gün geçmişin yaralarını yeniden kanatarak şiddeti gündemde tutmak isteyen yarasaların hemen hepsi Kürt Sorununun neden ve nasıl çıktığını bilmez, bilse de konuya dile getirmez. Osmanlı’ya bağlı, Milli Mücadeleye büyük destek veren, Sevr’e büyük bir coşkuyla karşı çıkan, Lozan’da “Türklerden ayrılmak istemeyiz” diyen Kürtler arasında nasıl bir Kürt Sorunu oluştu? Bunun nedenlerinden en çarpıcısı tek parti döneminde uygulanan, gelişen etnik temele dayalı Türk milliyetciliğidir. Devletin siyaseti 1924 yılına kadar, Mustafa Kemal Paşa’nın 1920’de, Meclis açılışında yaptığı “Heyetiniz sadece Türklerden, Kürtlerden, Çerkeslerde oluşan bir topluluk değil, heyetimizin asliyesi anasır-ı İslam’dan oluşmaktadır” konuşmasına dayanmaktaydı. Dahası 1921 Anayasası’nda yerinden yönetim ilkesi vardır. Ancak 1924’de herşey değişti. Anayasa Encümeni,”devlet Türk’ten başka millet tanımaz”diyerek kestirip atar. Halifeliğin kaldırılmasıysa bardağı taşıran son damladır.
Türkiye’de artık bozulması gereken bir ezber var: Şeyh Said isyanına kadar devlet iyi niyetliydi. İsyan çıktı, devletin siyaseti değişti.” Hayır! Önce devletin siyaseti değişti ardından isyan çıktı! Yani neden-sonuç ilişkisi farklıdır! Değişen ve benimsenen siyaseti Cumhuriyetin ilk döneminde yayınlanan, Kürt sorununa sözde çözümler üreten raporlarda görmek mümkündür. Bu raporlar bölge halkını Kürt olarak tanımlamaktan özenle kaçınmış “Dağ Türkü” demiş, konuşulan dile de “Dağ Türkçesi” diyerek, sert önlemler ve asimilasyonla sorunun çözülebileceğini belirtmiştir. Özelikle Şükrü Kaya ve Abidin Özmen’in raporlarında akıllara ziyan öneriler vardır. Hele de Özmen raporundaki, “her yıl üç dört bin kişi Batı bölgelerine yerleştirerek 15-20 yıllık bir süreçte bu halkı tümüyle ortadan kaldırmak mümkündür,”cümlesi döneme egemen olan düşünceyi özetlemektedir. Bu garip çözüm önerileri, sert önlemler hiç bir işe yaramamış ve çok sayıda isyan çıkmıştır!
Fevzi Çakmak’ın “o bölgede müstemleke (koloni) yönetimi kurulmalıdır,” sözü İsmet İnönü’nün, “bu ülkede sadece Türkler etnik ve ırksal haklar isteyebilir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet 31.8.1930) demeçleri Cumhuriyetin siyasetini belirlemiştir. Bu konuda sayısız örnek vermek mümkündür de İsmet İnönü’nün 1935 tarihli Kürt Raporu, nereden nereye gelindiğinin en çarpıcı örneklerinden biri belki de başlıcasıdır. Saygı Öztürk’ün 2007 yılıunda kitap olarak yayınladığı bu rapor, açılım sürecinin ne kadar önemli olduğunun somut bir kanıtıdır!
Kürt sorununa ciddi, yıkıcı değil yapıcı, şiddeti tümüyle ortadan kaldırmayı amaçlayan yaklaşımı gündeme oturtan ve somut adımlar atan Tayyip Erdoğan’ın onca çabasınaysa karşı çıkanlar, Kobani’de ki acıları kullananlar, güvenlik güçlerine taş atmayı hünerden sayanlar, Kürt kökenli yurttaşlarımızın huzur içinde yaşamalarını kişisel çıkarlarına engel olarak görenlerin tezgahlarına en büyük tekmeyi gene Kürt kardeşlerimiz atacaktır! Huzur ve güven gün ışığında gelişir. Ve tabi gün ışığı yarasaların en büyük korkusudur...