Divan edebiyatından alın nerdeyse 50’li hatta 60’lı yıllara uzanın, İstanbul’un belli başlı kahve ve pastanelerine bağdaş kurmuş, tek ayağını altına almış, bacak bacak üstüne atmış, bir yandan kahvesini höpürdetirken öte yandan önündeki tomar tomar kağıda çala kalem dalan nice yazar görebilirsiniz.
Örneğin Direklerarası’nın 1866 yılındaki en önemli kahvesi Alyanak Mehmet Efendi Kıraathanesi’dir. Batıcılar kıraathane ya da kahve lafına burun kıvırır, Mehmet Efendi Gazinosu derler bu mekana. Meddah Şükrü Efendi sık sık uğrar başına topladığı kalabalığa artık neler anlatır neler. Kimi zaman, laf aramızda, belden bir parmak aşağı kaymaya kalkıştı mı da, ‘höst dürzü; topla ağzını’ laf şamarıyla kendini toparlar. Serafim Efendi Kıraathanesi az-biraz ötededir. Burada kitap ve gazete de satılır meraklılarına. Tesviriefkar Gazetesinde, 1867 yılında çıkan bir ilan, her gün tekrarlanmış ve Şehzadebaşı’nda sadece ve sadeceMehmet Efendi Kıraathanesi olduğunu, kahvenin 20, çayla şurubunsa 40 paraya satıldığını duyurmuştur bütün İstanbulluya. Daha sonraki yıllarda çaycı Reşit Efendi’nin kahvesine kimler gelmez kimler. Muallim Naci, Hayret Efendi, Şeyh Vasfi bunların belli başlılarındandır ve bir dedikodu kazanı kaynatırlar ki, amaç Recaizade Mahmud Ekrem’in tüylerini yolmak, damdazlak İstanbul sokaklarına salmaktır.
Ahmet Mithat, Ahmet Rasim ve daha ne kadar iri kıyım edebiyatçı varsa kendini Kazım’ın Kıraathanesi’ne atmaya başlar yıllar devrilip gittikçe. Derken 1896 Ramazanında bir gece Ahmet Rasim’le basın çevrelerinde Efendi Hazretleri diye anılan Ahmet Mithat Efendi bu kıraathanede buluşur. O akşam orada Şeyh Vasfi de vardır. Söz döner dolaşır dalkavukluk durağında zıngıdanak frene basar. Ahmet Rasim hemen lafı gazlar ve bir dalkavukluk öyküsü anlatır ki, herkes kahkaha denizinde kulaç atmaya başlar. Hatta rivayet olunur ki, o sırada nargilesini fokurdatmakta olan Şeyh Vasfi az daha ciğerlerini dumana kaptırdığından öksüre tıksıra bir hal olur, gözlerinden sular seller gibi yaşlar boşanır. Ne midir bu öykü?< span class="text34">
“Mirasyedinin biri içinin sıkıldığından kendine bir dalkavuk aramaya koyulur. Dostlarından biri duyar, adamın birini gönderir. Aradan üç beş gün geçtikten sonra mirasyedi şöyle bir bakar adama alıcı gözüyle:
‘Sen hiç dalkavuğa benzemiyorsun!’
‘Aman efendim, benim her yanım dalkavuktur!’
Bu cevabı beğenmez mirasyedi ve adamı gönderir. Arkadaşı bir başkasını yollar bu kez. Mirasyedi adamı dipten doruğa süzer:
‘Sen dalkavuğa benzemiyorsun.’
‘Benzemem efendim.’
‘Yok yok benziyorsun.’
‘Benzerim efendim. Tıpkı tıpkısına dalkavuğum. Hep siyaset, hep güncel değil ya işimiz..’
‘Amma da dalkavuksun!’
‘Amma da dalkavuğum efendim.’
Mirasyedi aradığı adamı bulmuştur sonunda. Mektup döşenip arkadaşına teşekkür eder.”
Hep siyaset, hep güncel değil ya işimiz gücümüz. İşte gün yirmi dört saat soluk alıp veren onlarca kahveden birinde, yüz küsur yıl öncesinden bir Ramazan muhabbeti size...
(Rahmetli Salah Birsel’i sevgi ve saygıyla anıyorum.)