Bütün gazeteler ile televizyon kanalları dikkat çekti, üç gündür yorumcuların ağzından da düşmüyor: ‘Kürt sorunu’ konusunda ne zaman iyileşme yaşansa bir el devreye girip gelişmeyi berhava ediyor...
Doğrudur; 1992 ateşkesini takip eden dönemden bu yana hiç değişmeyen bir durum bu. En yüksek sayıda şehit ‘barışa çok yakınız’ umutlarının en fazla yeşerdiği dönemlerde verildi.
Artık herkesin ortak kanaatine dönüşen tespit doğru olmasına doğru da, eksik. Eksik olan, umutları söndürmek amacıyla girişilen kanlı saldırıların hemen hepsinin saldırganların istediği sonucu almaya yaraması... Şehit cenazeleriyle birlikte, sürecin hemen öncesinde aralanmış olan umut kapısı en şiddetli biçimde kapatılıyor ve kilit üstüne kilit vurularak yeniden açılması zorlaştırılıyor...
Her seferinde benzer etkilere tıpatıp aynı tepkileri veren kobaylar gibiyiz: Önce umutlanıp barışın dilini benimsiyoruz, sonra kanlı eylemler başlıyor, derhal şiddete karşı şiddet kullanmaktan başka bir yolun bulunmadığına dair önyargılarımızın esiri oluyoruz.
“Olmuyoruz” demeyin; 1990’ların başından itibaren hemen her iktidar döneminde yaşanmış bir rutin bu. Hiç şaşmıyor...
İnsan, hele akıllıysa, “Bu kısır döngüyü ancak tavır değiştirerek kırabilirim” demesi gerekirken, nedense en akıllılarımız bile, “Madem öyle, işte böyle” noktasına hemen geliveriyor. Einstein“Hep aynı şeyleri yapıp sonucun farklı olması nı beklemek” diye tanımlamıştı ‘akılsızlığı’; biz akıllılar akılsızmış gibi davranmaktan bir türlü vazgeçmiyoruz.
Ne olur sanki bu kez kendimizi aşsak... Bekleneni değil bizden beklenmeyeni yapsak... Karşımızdaki deli güç silâha sarıldı diye doğru olduğu için yapmakta olduklarımızdan vazgeçmesek... Ha, ne olur sanki?
PKK örgütü veya hiç değilse içindeki gözlerini kan bürümüş çelik çekirdek, “30 küsur yıldır sürdürdüğümüz silâhlı mücadele sayesinde bir sürü kazanım elde ettik, şimdi neden bu gücü elimizden çıkaralım” diye düşünüyor... Yanlış düşünüyor. ‘Kürt kimliği’ üzerindeki ambargolar kalkıyor, Kürt dilinin önü açılıyorsa, bunda dünyanın aldığı yeni biçim ve Türkiye’nin Ak Parti ile birlikte kendini konuşlandırdığı yerin etkisi başka her şeyden daha önemli; silâhlar değil...
Silâhlı mücadelenin devamı global sistemde Türkiye’nin hak ettiği yerden uzaklaşmasını getirebilecek bir baş ağrısı; en zararlı etkisi de PKK’nın uğruna savaştığını iddia ettiği halkın üzerinde hissediliyor. Bugün pek hissedilmiyorsa, yarın mutlaka hissedilecektir.
Ülkeyi yönetenler, “Silâhlar susmasa da biz hedefimize ulaşırız” diye düşünüyorlarsa, onların bu düşüncesi de yanlış... Türkiye içeride huzur ve refaha kavuşmayı, dışarıda cirmine uygun büyük roller üstlenmeyi ve devlerle aşık atmayı ancak terör belâsından kurtulursa başarabilir. Teröre muhatap bir ülkenin demokrasisi hep ayıplı kalmaya mahkumdur ve bu yüzden başkalarına örnek olması mümkün değildir.
Yalın ve çıplak gerçekler bunlar... Terörle sonuç almaya çalışmanın da, kendini sürekli teröre karşı mücadeleye hapsetmenin de akıl ve mantıkla hiçbir irtibatı yoktur.
Hiç değilse bu kez farklı davranmaya bakalım.