Türkiye’nin siyasal yaşamında önemli dönemeçlerden biri olan 1973 seçiminin yıldönümü geldi bile. Bazen de tarihçinin yaşadıklarıyla tarih çakışıverir işte.
12 Mart darbesinden çıkışı simgeleyen 14 Ekim 1973 seçimi uzun yıllardan sonra CHP’nin yeniden birinci parti olması ile sonuçlandı. Bülent Ecevit’in ortanın solu politikasının simgesi “yeni CHP”si 1961 seçiminden sonra yeniden birinci parti olmayı başarmıştı. Seçim sonucuna göre; CHP oy kullanan seçmenlerin üçte birinin oyunu almayı başarmış ve oy oranını % 33’e yükseltmişti; yükseltmişti diyorum, çünkü bir önceki seçimde bu oran sadece % 27,5 idi. AP, neredeyse % 30 oranı ile hemen ensesindeydi; fakat oy oranında inanılmaz bir düşüş vardı. Son seçimde % 46,5 oy oranına sahip olduğu hatırlanacak olursa. 65 seçiminde ise, AP’nin oyu % 53 idi. Fark korkunçtu.
“Bu düzen değişmelidir”
Belki de anahtar formül ya da slogan buydu; bir değişimin öncüsü olmak. Diğer partilerde böyle bir yön bulunmuyordu. AP, sadece 12 Mart’ın kesintiye uğrattığı kalkınma hamlesine devam edebilmeyi vaat etmişti. Bir de; 69 seçiminden sonra hızla parçalanan ve değişik partilere bölünen sağ kanadın yeniden bir araya gelebilmesi için, seçmenlerin oylarını sağın en büyük partisi olduğunu ileri süren AP’de birleştirmesini istedi. ‘Ortanın solu Moskova’nın yolu’ sloganı ise, sadece AP’nin değil; fakat CHP’den kopan bütün ögelerin de katıldığı bir slogan haline gelmişti.
CHP nasıl kazandı?
Bir kere seçime katılım çok düşüktü; sadece % 67 oranındaydı. Anlaşılan çok sayıda seçmen bu kez siyasete sırtını dönmüştü. Bu seçmenlerin önemli bir kısmı muhtemelen daha önce AP’ye oy veren gruptu. Fakat asıl mesele, DP’den beri devam eden geleneksel kitle desteğinin, değişen ve değişmekte olan Türkiye toplumunun sosyolojik ve ideolojik parçalanmasına paralel olarak, artık eskisi gibi sürmüyor olmasıydı. DP-AP çizgisi, bir daha hiçbir zaman eskiden bulduğu bu geniş kitle desteğini arkasında hissedemeyecekti. Bölünmüşlük güçlüydü.
Önce 69 seçiminden hemen sonra AP içindeki çatışma, yeni bir partinin oluşumuna neden oldu: Ferruh Bozbeyli’nin genel başkanlığını yapacağı Demokratik Parti (DP) 1970’in son günlerinde kuruldu. DP’nin geride kalan bütün ağır topları; Celâl Bayar dahil olmak üzere, ya bu partinin kurucuları oldular ya da yakın destekçileri. AP kan kaybetti; hatta o yılın bütçesini meclisten geçiremedi bile. 1971 yılına gelindiğinde; AP, mecliste ve senatoda çoğunluğunu yitirmişti. 12 Mart Muhtırası bunun üzerine geldi.
DP, 73 seçiminde önemli bir atak yaptı: % 12 oy oranı ile üçüncü büyük parti oldu. Bu oyların kaynağı elbette AP’nin yitirdiği seçmen desteğiydi. Eski demokratların en azından bir kısmı, kendilerini temsil ettiğini ileri süren AP’den yüz çevirmişlerdi artık.
Ya Erbakan’ın partisi?
Necmettin Erbakan da, önce bağımsız ve daha sonra da Milli Nizam Partisi’nin genel başkanı olarak, geniş sağ kitleden payına düşeni istedi. Sağın seçmen düzeyinde de parçalanması sürüyordu. Partisinin 1972 yılında kapatılmasının ardından bu kez de Milli Selâmet Partisi olarak çabasını ısrarla sürdürdü. 73 seçiminde dördüncü parti oldu; üstelik neredeyse DP’nin aldığı oy oranı kadarını almayı başardı. Seçim sisteminin garip bir cilvesi, oy sayısı azıcık daha az da olsa, DP’den daha çok milletvekili çıkarmayı da başardı!
MHP’yi unutmak olmaz ama
Alpaslan Türkeş’in Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, MHP adını almadan önce 65 seçimindeki % 2 oy oranını, bu kez 69 seçiminde ancak bir puan artırabilmişti. 73 seçiminde de % 3,5’a kadar gelebilmişti. Osman Bölükbaşı’nın Millet Partisi ise, 65 seçimindeki başarısını, yani % 5,5 kadar olan oy oranını, 69 seçiminde % 3’e düşürmüş; ardından 73’de tamamen silinmişti.
İktidarsız bir dönem
Seçim sonucu; Türkiye’de 61 seçimi gibi, bir kez daha koalisyon hükûmetlerine yol açtı. 73-80 döneminde ve 12 Eylül’e gidişte koalisyon hükûmetlerinin iktidarsızlığı, kamuoyunun gözünde önemli bir siyasal etken olarak hafızalara kazınacaktı. Politik istikrar ve koalisyon sözcükleri, siyasal literatürde birbirlerinin zıddı olarak görüldü.
73 seçiminin analizi; bize, DP’nin büyük şemsiyesinin delinmesinden itibaren bir süre AP’de toplanan geniş sağ kanadın, kısa sürede merkezkaç kuvvetlerin etkisi altında dağıldığını gösteriyor. AP’nin ve Süleyman Demirel’in bundan sonraki siyasal yaşamındaki ana hedefi, bu büyük toparlanmayı yeniden gerçekleştirmek oldu. Fakat belki de hiç göremediği en önemli husus; Türkiye toplumunun artık 50’ler ve 60’lardaki toplum olmadığıydı. Belirli bir toplumsal ve sosyolojik yapının seçim sonuçları, bu yapının ebediyen değişmesiyle birlikte, bir daha asla görülemeyecekti.
Benim gözümle seçimler
O sırada lise sona başlamıştım. Fakat siyasete ilgim çok daha erken bir zamanda doğmuştu. Sanırım babam Dr. Sıtkı Koçak’ın siyasete olan yakın ilgisi, politikanın evin vazgeçilmez ögesi olması, benim de siyasete ilgi duymama neden oldu. Her neyse, ondan öncekileri hatırlamıyorum; fakat 65 ve 69 seçimlerinin gecesinde babamın radyonun başında, seçim sayım sonuçlarını hızla kâğıda geçirdiğini, gecenin ilerleyen bir vaktinde İzmir’de Demokrat İzmir gazetesine telefon ederek, seçim sonucunu teyid ettirdiğini ve nihayet her ikisinde de kaybedilen bir seçimin yüz ifadesiyle yatmaya gittiğini gayet iyi hatırlıyorum. İsmet Paşa yine kaybetmişti.
Daha liseye adım attığımda, CHP’deki meşhur İnönü-Ecevit mücadelesinde babamla hararetli siyaset sohbetlerimiz ve tartışmalarımız başladı; onun 1994 yılındaki ölümüne kadar da hep sürdü. En keyifli politika konuşmalarım onunla olmuştu. O zaman o şiddetli paşacıydı; bense Ecevit’i tutuyordum. ‘Paşa, ‘ya ben ya Bülent’ derse, kesin kazanır’ demişti. Sonunda Ecevit’in kazanmasına da şaşırmıştı. Ben o sırada yeni yayınlanmakta olan ve Ecevit’i tutan haftalık Toplum dergisini kendi harçlığımdan almaya başlamıştım; galiba kendi başıma aldığım ilk siyasi dergi de oydu.
73 seçiminden de babamın hiç ümidi yoktu. ‘Evlâdım, boşuna heveslenme; yine onlar kazanır’ demişti. Bense seçim öncesinde İzmir’de kolejde yine benim gibi politikaya çok meraklı bir arkadaşımla CHP’nin genç milletvekili adaylarıyla birlikte seçim propagandası çalışmalarına katılmıştım. O yaz liseden mezun olmuştum bile. Alev Coşkun, Süleyman Genç, Yüksel Çakmur, Mahmut Türkmenoğlu, C oşkun Karagözoğlu gibi genç adayların bu vesileyle yakınında bulunma fırsatım olmuştu. Minibüslere dolup, gecekondu semtleri başta olmak üzere, sabahtan akşama kadar dolaştığımız dolu dolu birkaç günü iyi hatırlıyorum. Geniş kesimlerin yakın ve sıcak ilgisi bana seçimi kesin kazanacağımızı gösteriyordu ve bunu babama da anlatıyordum. Nitekim İzmir’de CHP % 44’ü yakalamıştı!
Seçim gecesi bu kez radyo dışında televizyon da vardı artık; elbette seçim sonuçları damla damla geliyordu. Herhalde akşamın onu gibiydi; ben televizyonun başında sonuçları izlerken; babam bu kez pek ilgisizdi; anlaşılan benim anlattıklarımdan pek etkilenmemişti. Sonuç hakkında ümidi pek yoktu. Bir süre sonra ‘bak, önde gidiyoruz’ dedim. İnanmaz bir şekilde bir süre dikkatle sonuçlara baktı ve ‘aferin şu Ecevit’e’ dedi. ‘İsmet Paşa’nın yapamadığını yaptı.’ O günden itibaren Ecevit’i destekledi. Ama hep bir ihtiyat payı bırakmıştı. Galiba İsmet Paşa’nın Ecevit hakkında “maceracı” ithamı, onda bu kuşkuyu hep ayakta tuttu. Falsolarını görünce, ‘bak’ derdi, ‘paşanın dedikleri çıkıyor.’
Daha lise sonda iken, siyasal öngörümün babam gibi yıllarca siyasetin içinde bulunmuş birinden daha doğru çıkması gururumu okşamıştı doğrusu. Ben de zaten Ecevit’te çok ısrar etmedim; o olsa olsa geçici bir durak olabilirdi; lisede Marksist yayınlarla hemhâl olunca, daha üniversiteye sıra gelmeden, yaşıtlarımın arasında hayli istisnai bir şekilde, çoktan Marksist bir devrimci olmaya karar vermiştim bile! Yani kırk yıl önce.