İnsanı kendi dışındaki verilere göre tanımlayan, ırk, milliyet, din, kültür vb. objektif verilere kaydıran kimlikler, hegemonya üretiminin, militarizmin, diktatörlüklerin ve vesayetçi rejimlerin; kimi zaman da rafine biçimde ve esnek ideolojilerle hegemonya kurmanın imkanıdır.
Amin Maalouf’un ölümcül kimlikler kitabında hatırladığım kadarıyla, hoşgörünün Batı’da değil Osmanlı coğrafyasında olduğunu iddia ediyordu. Pek de yanlış değil. Osmanlı devletinde yaşayan insanlar tüm farklılıklarıyla görünür olmalarına rağmen herkesin kendi öznelliği ve nesnelliği içinde bireysel veya cemaat halinde maddi ve manevi varlığını sürdürme ve geliştirme imkanına sahipti. Maalouf en kudretli İslam ülkesinin başkenti olan İstanbul’da halkın çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluştuğu ve ezan sesinin yanında çan sesinin de tüm şehri kuşatabildiği dönemlerde, örneğin 19. yüzyılda bir batı başkentinde ezan sesine tahammülden söz edilemeyeceğini söyler.
Yanlış da değil.
Maalouf, “ne oldu da batı bir hoşgörü coğrafyasına dönüşürken, İslam coğrafyası radikalizme ve ölümcül kimliklerin meydan muharebesine dönüştü?” sorusuna da cevap aramaya çalışır. Kitabında bulduğu cevapların önemli bir kısmı küreselleşme rüzgarının etkisinde kalmış gözükse ve bu nedenle ölümcül kimliğin esasen batıda da etkisini sürdürdüğü şerhimizi koysak da özellikle İslam coğrafyası için tespiti yanlış değil.
Üretebilmenin altın kuralı
Batılı anlamda kimlik ve tanımlama modernitenin ürünü. Modernitenin dünyayı getirdiği noktada, herkesin cebinde hangi ülkeye ait olduğunu, damarlarda hangi kanı taşıdığını, nerede doğduğunu, dininin ve cinsiyetinin ne olduğunu vs. gösteren veriler içeren kimlik kartı var. Hepsi bireyin dışında dış etkenlerle biçimlenen, bazen bireyin içine doğduğu kodları yansıtan, bazen bireyin içine doğduğu doğal statüyü gösteren veriler.
Bu kimlikler birini ötekinden ayırt etmeye yararken, esasında her birini yukarıdan tanımlanmış nesnelere indirgemekte...
Bilimkurgu filmlerde rastladığımız sayısal barkodla tanımlanmış insanlar da yalnızca kendine özgü tanımlayıcı bir niteliğe sahip olmalarına rağmen, bu tanımlama onlara “özne” özelliği kazandırmıyor.
İnsanların biyolojik ve benzeri verilerle tanımlanması, burjuva sanayi devriminin dayattığı bir ihtiyaç. 19. yüzyılın sonlarından itibaren düzenlenen kimlik belgeleri, modern ulus devlet egemenlerinin bu sınırlar içinde tüm bireylerin kaderine hâkim olma çabasının bir ürünüdür. İnsanları yığınlar halinde yönlendirmek ve endüstriyel kullanım için hazır hale getirmenin araçlarıdır. Bunu sağlamanın yolu, kuşkusuz ideolojiler ve modern kutsiyetlerdir. İnsanı kendi ürettiği eserlerin dışındaki verilere göre tanımlayan, değer kaynağını insandan alıp, ırk, milliyet, din, kültür vb. objektif verilere kaydıran, insanın uğruna varlığını feda etmesi gerektiğine inandırılan kategoriler ve ideolojiler, cari sistemlerin kendilerini her defasında yeniden üretebilmesinin de altın kuralıdır.
Böyle kimlikler, hegemonya üretiminin, militarizmin, diktatörlüklerin ve vesayetçi rejimlerin; kimi zaman da Gramsci’nin ifadesiyle, doğrudan ve açık güç kullanımına dayanmaksızın, rafine biçimde ve esnek ideolojilerle hegemonya kurmanın imkanıdır.
Batı kendi coğrafyasındaki kimlikleri yükselirken inşa etti. Ama gerileyen ve çöken Osmanlı coğrafyasında kimlik üretimi yalnızca çöküşü hızlandırabilirdi.
Zira İslam coğrafyasındaki kimlik arayışı bu soruna ek olarak, yükselen batı hegemonyasına karşı kendini kabul ettirme, yıkılışa çare üretme adına onun gibi modernite araçlarına mucizevi ilaç niyetine sarılıp yapay birey ve millet üretme sevdasından da kaynaklanmakta. Bu nedenle daha yıkıcı, bölücü, daha hoyrat ve daha radikal bir görüntü sergileyebildi.
Araplık, Kürtlük, Türklük, Sünnilik, Alevilik, Nusayrilik, Dürzilik ve bunları totaliter yöntemlerle laboratuvarlarda tek tipleştirmek üzere inşa edilen sair kimlikler yalnızca yıkım üretti. Bu kimlikler ve tanımlamalarda ısrar bu kaderi süreklileştirmek dışında bir işe yarayacak gibi değil.
Vatandaşlık tanımı
Yeni Anayasa çalışmalarında partiler vatandaşlık tanımı üzerinde de çalışmaya başladı. Anayasa uzlaşma komisyonu ile genelde medya dünyası, siyaset dünyasını ve akademiyi ilgilendiren temel soru, vatandaşın nasıl tanımlanacağı ve ona nasıl bir kimlik biçileceği sorusu olmaya devam ediyor.
Derdimiz yukarılarda bir yerleri mesken edinip, alttakilere nasıl bir kod vereceğimiz, onları hangi kalıplara göre tasnif edeceğimiz ve ideal vatandaşı nasıl yaratacağımız herhalde. Bu sevdadan vazgeçmiş değiliz.
Bu sevda konusunda uygar dünyada neredeyse tek başımızayız. Alman Anayasasındaki “Bu Anayasa anlamında Alman odur ki,...” diye başlayan ve Nasyonal Sosyalizmin yarattığı yıkımları temizleme kaygısı güden düzenleme dışında neredeyse hiçbir Avrupa ülkesinde vatandaş tanımlanmış değil. Bazılarında vatandaşlığın kazanılma biçimi düzenlenirken, bazılarında vatandaşlığın kanunla düzenleneceği ifadesiyle yetinilmekte, diğer bazılarında ise vatandaşlık konusuna hiç değinilmemekte...
Bizde ise modernitenin Osmanlı bürokrasisini kuşattığı ve devleti kurtarma saikinin merkezden hareketle her şeyi yeniden tanımlayıp tanzim etme iktidarını bahşettiği dönemde çıkarılan 1876 Anayasasıyla birlikte tanımlama sevdası depreşmeye başlar. Anayasanın 8. Maddesi Osmanlı tabiiyetinde bulunan herkesi din ve mezhep farkı gözetmeksizin Osmanlı sayar.
Vesayetçiliği reddeden 1921 Anayasası, ademi merkeziyetçi ve çoğulcu paradigmasına uygun olarak vatandaşı tanımlamaz. 1924 Anayasası batıda yükselen ırkçılık ve faşizme uyum içinde “Türkiye ahalisi, din ve ırk farkı gözetmeksizin vatandaşlık itibariyle Türk sayılır” biçiminde bir düzenleme öngörür. 1961 ve 1982 Anayasaları da bu geleneği takip eder. 1921 Anayasası dışındaki tüm anayasalar vesayetçi bir rejim inşa etti. 1921 Anayasası dışındaki tüm anayasaların vatandaşı tanımlamaktan vazgeçmediğini de düşündüğümüzde anayasal kimlik ve tanımlamanın neye hizmet ettiğini anlayabiliriz.
Maalouf, “kelimelerin en açık ve dost görüneni çoğu zaman en kalleş olanıdır” der. Kimlik sözcüğünü de bu sahte dostlardan sayar.
Yeni bir anayasa yapıyorsak, ölümcül kimliklerden ve tanımlamalardan uzak durmamız gerekir.