Kısa vadede olup biteni anlamak zor görünse de, Türkiye’nin önündeki yol haritasının yavaş yavaş belli olduğunu söylemek mümkün.
Yaklaşık on yıldır ciddi bir iç hesaplaşmadan geçiyor Türkiye. Bir ülkenin kendi iç dengelerini yeniden kurması, hele de askeri darbeler eliyle alt üst olan yapısını tekrar ve zamanın ruhuna göre inşa etmesi sanıldığından çok daha zor.
27 Mayıs 1960 askeri darbesinin, neredeyse tüm dengeleri bozduğu ve taşları yerinden oynattığı Türkiye, özellikle son beş yıldır bu yapıyı tarihsel dinamiklerinin ve bölgesel sorunların, şartların ve gelişmelerin paralelinde yeniden kurmaya çalışıyor.
Burada en önemli sorun, özellikle bazı kurum ve yapıların kendi tanımlarının ve konumlarının dışına çıkarak, kelimenin tam anlamıyla hadlerini aşarak sistemde güç elde etmeleriydi. Nitekim yüksek bürokrasinin, yargı ve ordu eksenindeki gücü, bunların İstanbul sermayesini kontrol etme ve yönlendirme kapasiteleri, bunun kuyruğuna takılmış olan medya ve tüm bunları daha yüksek bir akılla yöneten uluslararası merkezler üzerinden ortaya çıkan yapı; kelimenin tam anlamıyla Türkiye’yi kendisine yabancı hale getirdi.
Bu yabancılaşma, aynı zamanda baskıcı, içine kapanık ve dünyadan korkan bir zihniyeti hakim kıldı. Dolayısıyla bu durum sadece ülkedeki hakim değerlere bağlı olan geniş kesimleri değil, insaf ve vicdan sahibi herkesi rahatsız etti.
Bu sıkıntılı halden ve içine kapanmış anlayıştan sıyrılmanın yolu, kuşkusuz daha açık, özgüveni sağlam ve demokratikleşmeden korkmayan bir yol haritası ve kararlılıkla mümkündü.
Turgut Özal’ın ölümü/öldürülmesi ile birlikte kısa süreli bir yükselişi hızla kaybeden bir ülkenin, bu umudu yeniden kazanması gerçekten uzun zaman aldı. Nitekim AK Parti iktidarının ilk yıllarında sistemle hesaplaşma ve yeni bir devlet aklı inşası yönünde daha ürkek adımlar atıldı. Ama bir noktada önemli bir duruş sergilendi ve bu bile tek başına sistemin sahiplerini korkutmaya yetti: Kararlılık.
İkinci beş yılın çok daha cesur hamlelerle geçtiğini hepimiz biliyoruz. Hesaplaşma denilince akla gelen, öncelikle kritik dava süreçleri oluyor ki, bunun önemli ölçüde doğru bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün.
Ancak asıl önemli nokta bu hesaplaşmanın bir akılla yönetilip yönetilmediği ve bir yapıyı tasfiye edelim derken, devletin bizatihi kendisini yok etmeye yönelmemesiydi.
Nitekim hala ve ısrarla, aynı tansiyon ve yaklaşımla bu hesaplaşmanın sürdürülmesini savunanlar, esasen yeni bir devlet aklı inşasının peşinde filan değiller. Tam aksine onlar 27 Mayıs’takinden farksız biçimde sisteme el koymanın peşindeler. Bugün farklı isimler altında çatışma diye okuduğumuz gelişmelerin asıl boyutu bu olsa gerek.
Buna bir de Türkiye’yi geçmişte olduğu gibi kontrol edilebilir ve öngörülebilir olarak elinde tutmak isteyen uluslararası bazı yaklaşımlar eklenince, çatışmanın sert geçmesi kaçınılmaz hale geldi.
Şimdi ne durumdayız mı diyorsunuz? Cevabı Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son gezi haritasında ve Türkiye’ye gelen mesajlarda gizli. Erdoğan’ı devirmek, sistemi AK Parti’nin devasa gövdesi üzerinde yeniden ameliyat masasına yatırmak isteyenlerin bir bölümü pabucun pahalı olduğunu çoktan gördüler.
Bir bölümü ise zaten başından itibaren bu kavganın kendilerine yararı olmadığını biliyordu ve o nedenle Erdoğan karşıtı cephede yer almadılar.
Çok daha beklenmedik, sürpriz gelişmelerle karşı karşıya kalacağız. Ben mahrem işleri, dosyaları filan bilmem. Ama bildiğim bu kavgada Erdoğan’ın hızla mevzi kazandığı ve bunun öyle günü birlik yaklaşımların sonucu da olmadığı.