Olağanüstü Kongre sırasında Binali Yıldırım için 900 imza toplandığı ve MKYK listesi için gerilim yaşandığı gecenin akabinde “Yürekleri ağza getiren...” diye yazmıştım. Gerçekten yürekler ağza gelmişti. Tabii ki Ak Parti’nin misyonunu kavrayanların.
O gerilim atlatıldı.
Ama Parlamenter Sistem içinde halk oyu ile seçilmiş bir Cumhurbaşkanı ve hele Ak Parti’nin tabii lideri olan bir Cumhurbaşkanı’nın Başbakan ile ilişkisinin, o kişi Başbakan’ın oğlu - kızı bile olsa problemli olacağı herkesin ortak kanaati idi.
Erdoğan ve Davutoğlu, tıpkı Erdoğan ve Gül gibi evet, farklı bir misyon içinde buluşmuşlardı, kadim bir dostluk - kardeşlik ilişkileri içinde idiler. Ama Fatih Sultan Mehmet bile babasına “Sultan sen isen gel ordunun başına geç, sultan ben isem emrediyorum gel ordunun başına geç” demişti. İktidar tecezzi etmezdi. Ama sistem iktidar tecezzisini kaçınılmaz hale getiriyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan hem siyasi hareketin tabii lideri olmanın hem de halk tarafından seçilmiş olmasının iktidarı ile, Davutoğlu da parlamenter sistem içinde Başbakanlığın gücü ve sorumluluğu içinde hareket edecekti. Davutoğlu Tayyip Bey’in liderliğine ne kadar saygı duyarsa duysun,
ne kadar Tayyip Bey’in gözünün içine bakarak hareket ederse etsin -ki bu da ayrı ve sürdürülemez bir bağımlılık görüntüsüne yol açacaktı- bir yerde farklılaşmaların ortaya çıkması kaçınılmazdı.
Anayasa hemen, halk oyu ile seçilmişliği başkanlığa dönüştürecek bir değişime tabi tutulamadı. Ak Parti çok istese de buna gücü yetmedi. Bunun için çalışılıyor ama böyle bir değişikliğin ne zaman gerçekleşeceği hala öngörülemiyor.
Bu arada “Halk oyu ile seçilmişliği” “fiili başkanlık” halinde uygulama durumu söz konusu oldu. Bu da yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle “Çift başlılık” ve “patinaj” halini ortaya çıkardı. Bu ifadelerin Tayyip Bey tarafından kullanılması, orada bir rahatsızlığın ifadesiydi. Yani demek ki Tayyip Bey, süreci yeterince tayin edemediği kanaatinde idi. Ve bunun da Davutoğlu üzerinde bir tür yaptırıma dönüşmesi kaçınılmazdı.
Şunu not edelim:
Türkiye’de ve dünyada, bu iki sima arasında çıkacak problemi pusuda bekleyen odaklar vardı. Onlar bu alana yatırım yapacaklardı, yaptılar.
Bu noktada Davutoğlu’nun Tayyip Bey’i devre dışı bırakmak gibi bir proje içine girmesi çılgınlık olurdu. Davutoğlu o çılgınlığa soyunacak birisi değildi.
Ak Parti ekseninde düşünüldüğünde değiştirme iradesi Tayyip Erdoğan’da olabilirdi. Her durumda Tayyip Bey’le uyumlu çalışma diye hassasiyet ortada olacak ve bu uyumun sağlanamadığı durumlarda, değişim öteki için gerçekleşecekti.
Ahmet Davutoğlu bu konumda idi. Bir çevrenin “Davutoğlu ha tökezledi ha tökezleyecek...” bir duyguyla süreci takip ettiği gözlendi bugüne kadar.
Bu çevrenin zaman zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan adına hareket ediyormuş gibi Davutoğlu’na yönelik dosyalar oluşturduğu da bir gerçek.
Kendi psikolojimi yazayım. İtiraf ediyorum, yazılarımda dün Erdoğan ve Gül ilişkisinde birisini önde gösterip duyguları zorlamamaya, Erdoğan - Davutoğlu ilişkisinde de Erdoğan’ın liderliğini öne çıkarmaya itina ettim. Bu itinayı Davutoğlu’nun sergilediği de dikkat eden herkesin görebileceği bir durumdur. Ayrıca birçok gönül insanının “Aman gönüller karışmasın” diye dua ettiğini biliyorum.
Ama sanki müşahede altında tutulma durumu söz konusu Davutoğlu için.
Şu çirkef Pelikan dosyası.
Şu “Davutoğlu ile yürünmez” sözleri. Şu Davutoğlu’ndan günah keçisi üretme oyunları...
Bunlar fitnedir, fesattır. Başka değil.
Şu an Anadolu’nun yaygın duygusu kaygıdır. Aynı kaygının İslam dünyasında Türkiye’ye imrenerek bakan yüreklerde de yaşandığı tahmin edilebilir.
Şunu söyleyeyim:
Herkes kaybeder. Tayyip Erdoğan kaybeder. Ahmet Davutoğlu kaybeder. Ak Parti kaybeder. Türkiye kaybeder. İslam dünyası kaybeder.
Peki kim kazanır?
Şeytan kazanır.