Dün Taha Özhan Sabah Gazetesi’nde ‘Fluliberalizm’ başlığı ile çok güzel bir yazı yazdı. Özhan, bu yazıda Mısır’daki süreci ve sürecin kırılma noktalarını çok özlü bir şekilde anlatıyor. Ancak yazının başlığı da bana çok çarpıcı geldi. ‘Flul’ Mısır’da eski rejimin artıklarına verilen bir isim. Özhan’ın, ‘eski statükonun yeni kurtuluş reçetesi’ diye nitelendirdiği ‘fluliberalizm’ kavramı ise şüphesiz iğdiş edilmiş bir sözüm ona ‘liberalizmi’ anlatıyor.
Ancak bu kavram yalnız Mısır’a ait olmamalı. Batı’nın da tümüyle, Mısır darbesi vesilesiyle, bir nevi ‘fluliberalizm’ savunucusu olduğunu gördük. Tabii ki tam burada şunu da anlatmalıyız; Türkiye’de de Mısır darbesine liberal, liberal sol çevreler utangaçca hayır dediler ya da demek zorunda kaldılar. ‘Tabii canım her darbe kötüdür, ancak Mursi ve İhvan...’ diye başlayan cümleler tartışma programlarının beylik giriş cümlesiydi. Ama bizim yüzümüze, Mısır darbesi sayesinde, bugün bir soğuk su gibi çarpan bu gerçek çok önceden beri vardı.
Acayip bir ‘muhalefet’
Kürt barışı sürecinin iktidar tarafından ‘çözüm süreci’ adıyla başlatılmasından sonra, akil insanlar heyeti içinde yer alan birkaç liberal aydın dışında, kendisini ‘liberal’ diye tanımlayan geniş bir ‘çevre’ çok önceden bazı yazarların başlattığı hatta zaman zaman ‘ulusalcı’ bir düzeye de düşen acayip bir ‘muhalefet’ cephesine geçmişlerdi. Acayip diyorum, çünkü oldukça ‘sinirli’, saldırgan olan bu muhalefetin hem eleştiri düzeyi ulusalcı söylemlere yaklaşıyordu hem de alternatif çözümü ortada yoktu. Peki, tamam AK Parti gitsin, siz yerine ne öneriyorsunuz’ dediğinizde, seçim barajından başlayıp, AB hedeflerinden uzaklaşılmasına kadar bir yığın cümle duyabiliyordunuz. Ancak bütün bu laf kalabalığından kendinizi kurtarıp, peki sonuç diye sormayı başarırsanız, istediklerini tek bir kelime ile ifade etmeyi bazıları başarıyordu: Demokrasi... Daha fazla demokrasi... Bu, tabii ki reel politik için bir çözüm kelimesi değil... Siz bana ‘daha fazla demokrasi, istikrarlı demokrasi’ vaadiyle yapılmamış bir darbe gösterebilir misiz? Demek ki demokrasiyi herkes ister ama bundan herkes başka bir şey anlar. Peki, bu muhalif ‘liberal’ çevrelerin liberalizmin ilk ve saf halini istediklerini onlar adına söyleyip, onların işini kolaylaştırabilir miyiz?
Bunun mümkün olmadığını, çünkü bu çevrelerin liberalizmin ilk ve saf haliyle-hem savundukları ekonomik doktrinler itibariyle hem de içinde bulundukları siyasi sefalet nedeniyle- alakalarının olmadığını söyleyeceğim.
Nedir bu liberalizm?
Bakın liberal devletin kökeni ‘modus vivendi’ anlayışında yatar. Bu anlayış, ‘bir arada yaşama, refahı paylaşma ilkesi üzerinden yükselir. Bu, burjuvazinin iktidarı ele geçirdikten sonra, ‘diğerlerine’ yaptığı uzlaşma çağrısının felsefi ifadesidir. Liberal düşüncenin çıkış noktalarından birisi tam da burasıdır. J. Locke ve I. Kant’ın felsefeleri, liberal bir evrensel rejim projesini örneklerken, Thomas Hobbes ve David Hume barış içinde bir arada yaşama liberalizmini ifade ederler. John Rawls ve F.A. Hayek birinci liberal felsefeyi savunurlarken, Isaiah Berlin ve Michael Oekeshott ikincisine örnek verilebilir.
Ama her iki liberal felsefi yaklaşımda olan ‘modus vivendi’, yani insanların refah içinde yaşayarak, birçok yaşam biçiminin bir araya gelmesi, ortaklaşması mümkün olmamıştır. Bütün bu düşünürlerin iktisadi ve siyasi düzlemde söyledikleri, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulus-devlet gerçeğine, onun tekelci iktisadına ve ötekileştirici siyasetine çarpmıştır. İşte bütün bir 20. yüzyıldan günümüze kadar gelen süreçte hâkim ‘liberal’ düşünce ve tabii onun reel politik alandaki yansıması hiçbir zaman ilk ortaya çıktığı ‘saf’ haliyle olmamıştır.
Reel olarak liberalizm diye bir şey yoktur!
ABD’li iktisatçı P. Sweezy, liberalizm denilen ‘şey’ kapitalizmin tarihi içinde yalnız 30-40 yıllık bir zamana tekabül eder der. Liberalizm, yalnız bugün değil, ulus-devlet duvarına çarptığı andan itibaren çark etmiştir ve reel-politik olarak da hiçbir zaman var olmamıştır. Bundan dolayı da onun sekülerizm diye anlattığı dünyevi olan bütün ‘şey’ler, Batı’nın ‘aydınlanmasından’ beri ördüğü yalnız batı merkezli bir dünyadır ve bu anlamda özü itibariyle de ötekileştiricidir ve ‘modus vivendi’ ilkesine aykırıdır.
Buradaki iktisadi söylem de tam böyledir, Adam Smith’ten sonra onu gerçek anlamıyla ve anlayarak yalnız Marx anlatabilmiştir. Örneğin bir kriz ve savaş iktisatçısı olan Keynes aslında bir liberaldir. Ama işin içinden ancak ulus-devletin yardımıyla çıkılacağını kabul etmek ve söylemek zorunda kalmıştır. Öte yandan ‘liberal’ Keynes’den sonra Keynes’i devletçi diye eleştirip onun teorisine alternatif olarak ortaya atılan ancak liberal sosla örtülmüş, bir ulus-devlet savunusu olarak şu sıralarda çöken neoliberal teori de bizim ‘liberal’ aydınlarımızın gözü kapalı savundukları, üniversitelerde öğretmeye çalıştıkları bir konjonktür zırvasıdır.
Tercümesi: Ve sonra onlara dedim ki, bu bir darbe değil...
Tarihsel ‘tepe sersemliği’ hali
Locke, Kant, Hobbes, Smith gibi düşünürlerin söyledikleri artık geride kalmış bir ütopya, bunların eğer gerçekleşmesini istiyorsanız bugünkü kapitalizmi savunamazsınız. Bizim ‘liberallerimiz’ hem bunları savunuyor gibi yapıyor hem de bu düşünürlerin bütün söylediklerini yerle bir eden bugünkü kapitalist paradigmanın vazgeçilmez olduğunu iddia edip, arkasında duruyor. Böyle bir duruma Allah kimseyi düşürmesin diyeceğim ama bunları düşürmüş işte... Bundan dolayı onlara kızmayın... Ha unutuyordum buna, bir de bizim ittihatçı geleneği, damarlara işlemiş seçkinci, jakoben, İslamofobik hastalıkları ekleyin...
Tabii ki bu tepe sersemliği içinde Mısır’daki darbeye kendi ulus-devlet çıkarları için darbe diyemeyen AB devletlerine bakıp... Her türlü darbeye karşıyız ama Mursi... diye söze başlayacaklar, tabii ki, Kürt barışından, yeni Anayasa’dan korkup bunun olmayacağını her yerde haykıracaklar. Çünkü sandıkları gibi liberal falan da değiller... Kim peki bunlar; öyle bir ‘şeyler’ işte...