İster oy verin, ister oy vermeyin... CHP Türk siyasal hayatının “en vazgeçilmez” partisidir.
Onunla olmamıştı... (“Varlık Vergisi, “Pogromlar”, “açık oy gizli tasnif” esasına dayalı seçim sistemi...)
Onsuz da olmuyor...
Rejimin sözcüsüdür, bürokrat yatağıdır, Cumhuriyeti ilan etmiştir, kuş kondurmuştur ama CHP’nin en önemli özelliklerinden biri de, “parti içi demokrasi” dedikleri şeye açık bir parti olmasıdır. En azından yakın zamana kadar böyleydi.
Bilerek “şey” diyorum... Çünkü parti içi demokrasi dedikleri şey, hizip hareketleri, nafile genel başkanlık turları, çarşaf liste-blok liste tartışmalarından başka bir şey değildir.
Kılıçdaroğlugenel başkan olunca cebelleşme sona erdi. Muhalefet edenlerin kafası koparılıyor artık.
Şunu demeye çalışıyorum:
Kılıçdaroğlu’yla birlikte partinin “kurumsal” hüviyeti bozuldu, iktidar umudu kişisel becerilere bağlandı ama CHP kişisel becerilerin karşılık bulduğu yahut bulacağı bir lider partisi de olamadı.
Kronik başarısızlık zaman zaman parti içinde tartışılır.
Öneriler getirilir.
Reçeteler sunulur.
Derin araştırmalar yapılır.
Sonunda, “Biz de artık lider eksenli bir siyaset izleyelim, Erdoğan’la ancak bu şekilde baş edebiliriz” fikriyatına varılır ama “lider eksenli siyaset” için, öncelikle bir “lider”e sahip bulunmak gerektiği düşünülmez.
Ecevit, “Karaoğlan” efsanesinin hakkını verememişti.
Baykal, bütün zorlamalara rağmen lider olamamıştı. Başka alanlardaki “liderliği”, yani yüzücülüğü, performansı ve sportif başarıları ihtiyaca cevap vermiyordu.
Hikmet ve Altan abilerden de bir şey çıkmamıştı...
Kılıçdaroğlu’ndan lider çıkar mıydı?
Madem, CHP sosyolojisi kişisel becerilere ve lider eksenli siyasete prim vermiyordu, dolayısıyla “lider”in yetişmesine engel teşkil ediyordu, bu iş bir mühendislik çalışmasıyla “tavan”dan halledilemez miydi, “eldeki”nden bir şey çıkarılamaz mıydı?
Bu yol denendi.
Kemal Bey’den lider çıkarmak için “uğraşıldı...”
Daha doğrusu uğraşıldığını biliyoruz.
Muhtemelen şöyle demişlerdir: “Erdoğan ne yapıyorsa, sen de onu yap... O Gediktepe’ye gidiyorsa, sen git... O şiir okuyorsa, sen de oku... O bıçkın Kasımpaşalıyı oynuyorsa, sen de oyna... O espri yapıyorsa, sen de yap... O meydan okuyorsa, sen de oku... O dünyayı dolaşıyorsa, sen de dolaş...”
Öyle yaptı.
Gediktepe’ye gidip, çene hizasına kadar yükseltilmiş kum torbalarının arkasında poz verdi ama “Bakın, ben Erdoğan gibi çömelmiyorum, ayakta duruyorum” dediği için gülünç duruma düştü.
Stüdyoya girdi, şiir okudu ama kimse sallamadı.
Daha doğrusu, hakkında dava açılmadı.
Bıçkın Kasımpaşalıyı oynadı ama “Ananı... a... a...” şeklinde garip sesler çıkararak daha ilk saniyede çarşafa dolandı.
Dünyayı dolaştı ama sadece ülkesini şikâyet etti.
Espri yaptı ama “angus sığırı” gibi çirkin benzetmelerden öte gidemedi.
Ne yaptıysa olmadı.
Olamazdı...
Çünkü gerçeği (Erdoğan) dururken, “sahtesini” kim ne yapacaktı?
Dün, bir televizyon kanalında, Kemal Kılıçdaroğlu’na atletli görüntülerinin çok eleştiri aldığı, bu konuda ne düşündüğü soruldu.
Şöyle cevap verdi: “Evet ben o atleti giydim. Hava çok sıcaktı. Yemeğimi huzur içinde yedim. Kızımla birlikte yedim. Babalık görevini yapmış bir insan edasıyla... Eminim bozulmuşlardır, Kılıçdaroğlu niye yoğurt yiyor diye...”
Mesele “atletle oturup yoğurt yemek” değil elbette...
Kılıçdaroğlu atlet de giyebilir, yoğurt da yiyebilir.
Nitekim çok güzel yoğurt yiyor...
Mesele, o “atlet”in bir mühendislik aparatına dönüştürülmesi...
Bunun için çabalayanları başında, “Vatandaş Kemal” diye manşet atan sahtekârlar geliyor.
Nitekim dün, oluşturmaya çalıştıkları “vatandaş” ikonunu korumak için yeni bir yayın atağına giriştiler: Ne var bunda, gayet insani bir fotoğraf.
E, biz de bunu söylüyoruz işte...
Ne var bunda, gayet insani bir fotoğraf.
Eskiden Gandi diye gazlıyordunuz adamı, şimdi bu “gayet insani fotoğraf”la başka bir şeyin imitasyonunu yapıyorsunuz.
Mesele bu!