Kuzey Kıbrıs’ta 11 Ekim günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, 198 bin seçmenin sadece yüzde 56’sının sandık başına gitmesi sonunda hiçbir adayın yüzde 50’yi aşamadığı görülünce, en yüksek oyu alan iki aday arasında bir daha seçime gidilecek.. En yüksek oyu alanlardan birisi, şimdiki Başbakan Ersin Tatar yüzde 33’e yakın oyla birinci; şimdiki C.Başkanı Mustafa Akıncı da, yüzde 29 civarında oyla ikinci..
Ama, bugünkü oy sandık başına gidenlerin yüzde 56’sının dışındakiler ikinci seçimde de oy vermeye gitmezlerse; ortaya çıkacak tablonun, , Türkiye için yeni bir baş ağrısı olmaya aday olacağı şimdiden söylenebilir. Çünkü, şimdiki C. Başkanı olan ve Türkiye aleyhinde, hattâ Güney Kıbrıs’daki rûm yöneticilerin bile söylemeye cür’et edemiyeceği cinsten lafları yüzünden Türkiye Hükûmeti tarafından hele de son 1 yılı aşkın zamandır muhatab bile kabul edilmeyen kişi, tekrar seçilirse, bu durum, Türkiye’nin çevresindeki rakib veya hasımlarından da daha tehlikeli bir durum ortaya çıkarabilir. Hani, baltanın darbelerinden inleyen ağacın, ‘Ne yapayım ki, sapı benden..’ diye yakınması darb-ı meselindeki gibi bir durum.. Eğer, Kıbrıs’ta böyle bir durum ortaya çıkarsa, Yunanistan, Suriye, Kuzey Irak ve Libya’da Hafter veya Ermenistan- Rusya vs. gibi konular bunun yanında solda sıfır kalır.
*
Kıbrıs’ı 1571’de Venedik’lilerden almıştık. 1914’de Birinci Dünya Savaşı başladığında, Osmanlı ile zıd taraflarda yer alınca, İngiltere Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladı ve bu fiilî ilhak, Lozan Andlaşması’nda, 20.maddede, bu durum, ‘Türkiye Hükûmeti Kıbrıs’ın İngiltere’ye aid olduğunu kabul eder..’ diyerek hükme bağlandı ve 1952’lere kadar Kıbrıs hatırlamaz olduk.
*
Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesinin olduğunu 1954’lerden hatırlanmaya başlanmıştı.
Kıbrıs konusu bu satırların sahibinin zihnini de ilk gençlik yıllarından, ortaokul yıllarımdan beri meşgul ediyordu. Çünkü, 1957 Genel Seçimleri’nde Samsun’un Kavak ilçesinde, okulumuzun hemen yukarısındaki meydanda yapılan seçim mitinglerine, derslerden kaçıp gizlice gider ve politikacılardan, heyecanlı nutuklar dinlerdik.. Kürsüye çıkan kimi adaylar, ‘Ben bir bacağımı Çanakkale’de kaybeden filânım..’ der, (o zamana göre, 40 yıl öncelerdeki) Çanakkale Savaşları’ndan söz eder ve ‘Diğer bacağımı da Kıbrıs’ta vermeye hazırım..’ kabilinden halkı coşturucu nutuklar irad ederlerdi. Ülke çapında da ‘Kıbrıs Türktür’ mitingleri yapılıyordu.
*
Sonra.. 1959-60’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında imzalanan Londra ve Zurich Andlaşmaları’yla; Kıbrıs Cumhûriyeti diye bir yeni devlet kurulması çare olarak bulunmuş ve bu 3 ülke de bu yeni devlet’in 3 garantörü olmuşlardı. Bu andlaşmaya göre, Cumhurbaşkanı Rûm, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Türk olacak; ordu, polis ve diğer kamu memuriyetlerinde, 3’te 2 rum, 3’te 1 türk nisbeti uygulanacaktı.
O andlaşmanın Yunanistan tarafında Başbakan Konstantin Karamanlis ve Dışişl. Bakanı Averof vardı; Türkiye tarafında ise, Başvekil Adnan Menderes ve Dışişl. Bak. Fatin Rüşdî Zorlu.. Ama, bu iki isim de 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi sonunda Yassıada’da kurulan uyduruk bir mahkemede verilen idâm kararıyla öldürülmüşler ve Kıbrıs Cumhuriyeti oksijen çadırına konulmuş, o andlaşmalar gereği Kıbrıs Cumhurbaşkanı olan Piskopos Makarios, C. Başkanı Yardımcısı olan Dr. Fâzıl Küçük’ü entrikalarla kenara itmiş, o da hükûmet toplantılarına katılmamış; bunu fırsat bilen Makarios, oluşturulan bu yeni devletin çalışamadığından yakınıp, bu tıkanıklığın giderilmesi için Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na başvurmuş ve ‘durum normale dönünceye kadar, Hükûmet’te 3’te 2 ekseriyeti oluşturan Rum tarafının Kıbrıs Cumhuriyeti’ni temsil edeceğinin karara bağlanmasını’ istemiş ve BM Genel Kurulu da 5 Mart 1964’de bu talebi kabul etmiş ve Türk tarafı açıkta kalmıştı.
*
1967’de Yunanistan’da da Alb. Papadopulos liderliğinde bir askerî darbe olmuş, Albaylar Cuntası iktidara gelmiş ve Kral ülkeden atılmış, Cumhûriyet ilan edilmiş; Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamayı hedef edinen Enosis idealini gerçekleştirmek için Alb. Grivas liderliğindeki EOKA isimli silahlı terör örgütü Kıbrıs’lı türkler aleyhindeki cinayetlerine hız vermişti.
Ancak, o sırada Makarios, Albaylar Cuntası’yla zıdlaşmıştı
Ve Temmuz-1974’de Nikos Samson isimli bir gazeteci, Yunanistan’daki Cunta’nın desteğiyle desteğiyle Makarios’u devirmiş, idareye el koymuştu. Makarios ise, bir motorlu kayıkla İtalya’ya kaçmıştı. Türkiye, Ege’den sonra güneyde Kıbrıs’tan da Yunanistan tarafından kuşatılmayı kabul edemezdi. Makarios’un devrilmesine, Garantör devletlerden birisi olan Yunanistan zaten alkış tutuyordu. İngiltere ise, bu işe karışmak istemiyordu. Bu durumda, Türkiye garantörlük yetkisini tek başına kullanmak zorunda kalıyor ve Kıbrıs’a çıkarma yapıyor ve Kıbrıs’ın kuzeyini kendi askerî kontrolü altına alıyordu.
Yunanistan, Türkiye’nin bu askerî müdahalesine karşılık veremeyince Cunta idaresi çökmüş ve 1962’lerden beri Paris’te yaşamakta olan eski lider Karamanlis Yunanistan’ın başına geçirilmişti.
*
Ama, 1979 yazında, bir ‘uluslararası konferans’ için Kuzey Kıbrıs’a gittiğimde, 5 gün boyunca her tarafı gezmiş ve çok farklı ve acı veren bir tabloyla karşılaşmıştım. Kuzey Kıbrıs halkının okumuş sınıflarının büyük ekseriyetinin Türkiye’nin Müslüman halkıyla türkçe konuşmaktan başka hemen hiçbir benzerliği yoktu.. Ve duvarlarda, Türkiye aleyhinde ağır saldırı yazıları vardı. Ve Kıbrıs, her ay Türkiye’den gönderilen on milyonlarca dolar yardımla ayakta tutulmaya çalışılıyordu.
Kıbrıs Buhranı bir türlü çözülemeyince, Kasım 1983’de Turgut Özal Hükûmeti, Kuzey Kıbrıs’da bir ayrı devlet kuruyordu, KKTC adına.. Ama, bu devleti Türkiye’den başka hiçbir devlet tanımıyordu ve tanıyamıyordu. Çünkü, ‘şiddet yoluyla toprak edinimi’ni kanunsuz ve ahlâk-dışı sayan ve ‘Stimson Doktrini’ denilen bir uluslararası hukuk kuralı devreye sokuluyor ve başka ülkelerin tanıması da suç sayılıyordu.
*
Durum bu iken, şimdi… M. Akıncı tekrar C. Başkanı seçilirse.. Kendisini gerçekten bir bağımsız devletin C. Başkanı sayıyor ve Türkiye’ye biat etmiyeceği ve hattâ Türkiye’nin Kıbrıs’tan askerini çekmesi gibi laflar ediyor ve Rumlarla anlaşmak için bazı toprakların onlara bırakılmasından dem vuruyor.
Ondan cesaret alan bazı -sözde- STK’ndaki yabancı kuklası hainler de, ‘Türkiye’nin, Kıbrıs türkünü de Türkiye türklerine benzetmeye çalıştığını’ söyleyerek, ‘garantörlük ve benzeri laflarla bu durumu dış müdahaleyi asla kabullenmiyecekleri’ni söylüyordu.
Şimdi de M. Akıncı isimli başka güçlerin kuklası kişi, Türkiye’ye meydan okumaya çalışıyor ve onun için nasıl bir sıfat kullanmak gerektiğini bilemiyorum.
**
NOT: Ankara’yı ziyaret etmekte olan İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde isimli hanım siyasetçinin misafirliğin nezaketini bile bilmediğini gösterircesine, dün, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’yla hem de medya karşısında, canlı yayında, ‘Türkiye’ye, Suriye’den derhal, âcilen çekilmesi için uyarıyoruz..’ gibi küstah ve âmirâne bir havada konuşması karşısında, soğukkanlılığını koruyarak, ânında verdiği cevap için Mevlûd Çavuşoğlu bey’e teşekkür etmek istiyorum.
İsveçli Bakan’ın bu küstah edâsı üzerine Mevlûd Bey, ona, ‘Görüşmemiz burada sona ermiştir..’ de diyebilirdi.
Mevlûd Bey’in, ‘Size böyle bir yetkiyi kim verdi ki, Türkiye'nin Suriye'den çekilmesini istiyorsunuz ya da Türkiye'yi uyarıyorsunuz? (…)Neden PKK'ya,YPG'ye destek veriyorsunuz? Onlara ofis açtırdınız. Bunlar terörist.. (…)’ cevabı bile alışmadığımız şahsiyetli çıkışlardı.
İsveç’li Bakan, bu sert cevaptan sonra Türkiye’de misafir olduğunu hatırlayabildi ve ‘Teşekkür ediyorum. Ben misafirim, burada böyle bir tartışmaya girmeyeceğim. (...)Umarım Türkiye’deki herkes görüşlerini aynen sizin yaptığınız gibi ifade edebilirler.’ diyerek, yine de, Türkiye’de başkaları açıkça konuşamazmış gibi bir kılçık atmayı da ihmal etmedi..