Geçtiğimiz akşam yayımlanan 'Bir Zamanlar Kıbrıs'' adlı dizi film, sessiz bir çığlık gibi saplandı gönüllerimize. Çünkü unutkan bir toplumuz, hatta şuursuzluk seviyesinde bu unutkanlığımız, oysa bizim coğrafyamız için hatırlamak, unutmamak; var olmak demek... Filmi seyrederken paramparça oldum, Kıbrıs şehit ve gazilerinin çocuklarıyla birlikte büyüdüğümüz eski günlerime gittim. Henüz ilkokul 2. sınıf öğrencisiydim ve sıra arkadaşım Nilgün, Kıbrıs'ta şehit olmuştu, harekatın hemen sonrasında Kıbrıs'ta muvazzaf anne ve babasının yanına gitmiş, bindikleri jip, Yunanların döşediği mayınlara basınca patlamış ve bir aile hep beraber şehit olmuştu... Annem şehit çocuklarıyla oyun oynarken, 'yüksek sesle baba demeyin oynarken' diye tembih ederdi... Babaları Beş Parmak dağlarında sıralanmış çocuklardı onlar. Hepsi tek tek geldi geçti gözümden...
Kıbrıs 1571'de Osmanlı tarafından fethedildi. Adada Venedikliler hakimdi ve dolayısıyla Katolik kilisesi... Osmanlı fetih sonrasında derhal vakıflaşmaya başlardı, vakıflar aracılığıyla halka hizmet ederken Müslüman veya Hristiyan ayrımı yapmadan hareket etmek medeni geleneğimizdendi, Kıbrıs'ta da o olmuştu. Osmanlı vakıf hizmetleri yanı sıra bir şey daha yaptı; Ortodoks Kilisesi ile ilgili tüm yasakları kaldırdı, Katoliklerin uzun yıllar süren baskılarından sonra Ortodokslar rahat bir nefes aldılar. Ama yüzyıllar sonra aynı Ortodoks Kilisesi, bir zamanlar himayesine sığındığı Müslüman Türkleri, Ada'dan atmaya karar verdi... Çete terörü yöntem olarak seçildi.
Terör vasıtasıyla devletleşme ideali, maalesef coğrafyamızı kana bulamıştır. Kıbrıs'ta EOKA, İsrail'de IRGUN, Saraybosna'da ÇETNİK'ler hep aynı kanlı oyunu oynadılar. Osmanlı sonrasında paylaşılması bir türlü bitmeyen 'bereketli hilal', ilkin İngilizlerin yönetimine oradan da en kanlı çetelerin eline geçti hep... İşin garibi tüm dünya, katliamlar aracılığıyla toprak sahibi olmayı, devlet kurmayı normal karşılıyordu. Bu durum, Batı'nın İslam toplumlarına yönelik bağnazlığıydı ve mevzubahis bağnazlığın odak noktasında da Türkler vardı... Ratko Miladiç'in 1995'te Srebrenitza katliamında söylediği gibi; zaman hep, Türklerden intikam alma zamanıydı onlar için...
Geçen gün, 2 Nisan'da, kanlı terör örgütü EOKA'nın 66. yıldönümünü kutladı Güney Kıbrıs Hükümeti. Kutladıkları ''Kanlı Noel' baskınında neler yaşanmıştı Kıbrıs'ta? 20 Aralık 1963- 1 Ocak 1964 günleri arasında Ada'daki Müslüman Türkleri hunharca şehit etmişti EOKA. Feci şekilde öldürdükleri, komşularıydı aslında. Doktor Binbaşı Nihat İlhan'ın eşi Mürüvet Hanım ve üç küçük çocuğunun, feci şekilde katlettiklerinin fotoğrafı, yalandan dünya barışı nidaları atanların yüzüne çarpılacak içeriktedir. Hainler evin kapısını baltalarla kırmışlar, evde yangın çıkartmışlar, anne ve üç çocuk en son banyoya kaçmışlar, küvetin içinde kurşunlanarak şehit edilmişler... Bu canımızı delip geçen fotoğraf, dünyada hiç görülmedi, kimse kalkıp da bu nasıl bir vicdansızlık demedi... Ama kahpeliğin adeti her zaman böyledir.
EOKA, 1955-1959 yılları arasında, aslen Akdeniz'e hakim en önemli Kale-Ada olan Kıbrıs'ı İngiliz yönetiminden çıkartarak Yunanistan'a bağlamak niyetiyle kurulmuş silahlı bir çetedir. Adadaki Rum gönüllüleri, sapkın liderleri tarafından, silahlı eğitim almak üzere önce Yunanistan'a geçirilmiş, Yunanistan'da pek çok faili meçhulde, şiddet olayında ve özellikle Komünist avında kullanılarak tecrübe kazandırılmış, ardından da Kıbrıs'ın başına musallat olmak üzere Ada'ya yollanmıştır.
Pek çok makalede EOKA'nın kuruluş, yapılandırılış ve çete katliamcılığı açısından İsrail'in kuruluşunda görev alan Irgun'a benzediği yazar. Bugün de ne yazık ki terör çeteleri halen, bir savaş yöntemi olarak kullanılıyor.
Bizim haklı davamızı dünyaya anlatmaktan önce, kendi hafızamızı da tazelememiz gerekiyor. Ve güçlü olmamız. TRT'ye bu yüzden teşekkür borçluyuz. Şehitlerimizin yadigarı olan Kıbrıs'ımızı bize yeniden hatırlattığı için...