Bir canlandırma filmini izlerken de gözyaşı dökülür mü? Kahramanının çizgi karakterler olduğu eski usul bir melodrama da ağlanır mı? Söz konusu film Japonya’nın ünlü Ghibli Stüdyosu tarafından üretilmiş, yazarının da yönetmeninin de soyadı Miyazaki olan bir yapım ise hiç utanıp sıkılmadan “Evet” yanıtını yapıştırabilirsiniz. Bu hafta gösterime giren ve Ghibli’nin önceki yapıtlarının aksine fantastik olmayan “Tepedeki Ev”i izlerken yer yer gözlerim doldu; planladığım röportajı erteledim ve Miyazaki etkisini yazmaya karar verdim. Son jeneriği akarken fonda dinlediğim şarkının sözlerine bile iç geçirdim: “Geçmişin aşkı gözyaşıdır, geleceğin aşkı bir nakarattır”…
O meseleye geliriz birazdan. Önce yeni başlayanlar için İtalyanca: Ghibli, Arapça Kıbli, bize göre Kıble kelimesinden geliyor. Kıbleden esen rüzgarı simgelediği için bu ismi seçmiş efsanevi çizer ve canlandırma ustası Hayao Miyazaki. Stüdyosunun adına da çizgilerindeki gibi Güneyin sıcaklığını taşımış. Tarihe çok meraklı olduğu için bu fikir aklına İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalyanların Sahra Çölü üzerinde keşif yapan uçaklarına Ghibli ismini vermelerinden gelmiş. Böylece Japon canlandırma sinemasına yeni bir soluk getirme idealini vurgulamış.
Yalnız Japon canlandırma sinemasına mı? 1985 yılında Rüzgarlı Vadi’nin uluslararası başarısının ardından Hayao Miyazaki’nin meslektaşı Isao Takahata ile birlikte kurduğu Ghibli Stüdyosu’nun yapımları dünyanın canlandırma sinemasına bakışını revize etti. Düşünün ki canlandırma türünün her daim bir sanat olarak algılandığı Avrupa’da bile uzun metrajlı filmler çekilip de vizyona sokulamıyordu. ABD’de bir başka efsane yaratmış olan Walt Disney’in elindeydi bütün piyasa! Ghibli öncesi dönemde de birlikte çalışan, daha çok televizyon için canlandırmalar üreten Miyazaki ve Takahata, Ghibli özellikle vizyona sokacakları uzun metrajlı yapımlar için kurdu. Kendimizi kurtardığımız sürece her yıl bir film yaparız, birini batırırsak hemen kapatırız diye düşündüler. Ne kadar başarılı oldukların Ruhların Kaçışı ile hem Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı hem En İyi Canlandırma Oscar’ı kazanmalarından ve birçok filmlerinin ABD haklarını Walt Disney’in almasından anlayabilirsiniz!
Hayao Miyazaki’nin Batı ve Doğu kültürleri arasında Akira Kurosawa misali köprü kuran ve evrensel değerlere sahip fantastik öyküler tercih etmesi onu küresel bir fenomen haline getirdi. Her yaştan sanatsever ona hayran. Tokyo’da bir müzeleri bile var.
Miyazaki’nin sanat, tarih ve doğa tutkusu bütün filmlerinde son derece belirgindir. Baba mesleğini seçen oğlu Goro Miyazaki için yazdığı Tepedeki Ev’in senaryosu 1963 yılında Yokohama’da bir lise çevresinde geçiyor. Hayao Usta’nın gençlik nostaljisiyle dolup taşan bir film. Dönemin değişim ruhu, gençlerin heyecanından yansıyor. İlk aşk, savaş ertesi büyük bir yıkım yaşayan Japonya’da yaşama sevincinin ve kültür bilincinin yeniden yeşerdiği bir çağın simgesi gibi tomurcuklanıyor. Ve bir sahnede sınıftan duyulan öğretmenin sesi öğrencilerine Eflak’ın Osmanlı ile Rusya arasında kalışını anlatıyor!
Tepedeki Ev’de bütün eğitsel kollar erkek öğrencilerin elinde olduğu için bakımsız kalan Latince Kulübü binası yıkılmak istenince her Miyazaki filminde olduğu gibi kadın olan esas kahraman devreye giriyor. ABD’de bulunan profesör annesinin yokluğunda evi çekip çeviren, kızkardeşlerine, anneannesine, biri doktor biri ressam olan pansiyonerlerine bakan Umi, o güzelim ahşap evin temizlenmesi ve restorasyonu için kolları sıvıyor. Okul gazetesini çıkaran Shun, Umi’nin Kore Savaşı’nda ölen denizci babasının hatırasına her gün göndere flama çekmesinden etkilenip ona aşık olması ve gazetede bir şiir yayınlamasıyla başlayan öykü ise bir melo
drama dönüşüyor… Adeta bir Yeşilçam filmi duygusallığına sahip olay örgüsüyle alışılmış Ghibli öykülerinin de dışına çıkıyor Tepedeki Ev. Ghibli canlandırma ekibi, Hayao Miyazaki’nin tarzını hatmetmiş bir ekip. Filmin resim değerlerinin çok yüksek olmasına dikkat ediyorlar. Miyazaki’nin “gerçekmiş gibi” canlandırmalarla işi yok. Tam tersine resim sanatını icra ettiklerinin bilinciyle film üretiyor. Elbette canlı cansız dokulara, ışığa, suya ve yansımalara özen gösteriyor ama ressam gibi.
Hayao Miyazaki’nin tarih tutkusu beraberinde hep Zeplin, savaş uçakları ve Howl’ın Yürüyen Şatosu misali fantastik yapı –araçları getirirdi. Tepedeki Ev’de ise geleneksel Japon ahşap mimarisine, mutfak aletlerine, elle basım yapan teksir makinesine, kılavuz gemilerine hemen dikkatimizi çekiyor. Tepelere sıralanmış, denize bakan bahçeli ahşap evleri ve gemilerle dolu limanıyla 60’lı yıllardaki Yokohama’nın pastoral güzelliğini yansıtmak istemiş.