Kredi Garanti Fonu son birkaç yıldır önemli bir görev üstlendi. Ekonominin tıkanan damarlarının, yani problem yaşayan şirketlerinin sorunlarını çözmek için zamanında bir hamleydi.
Sadece KGF değil, farklı isimlerle farklı bankalar işletmelere destek kredi paketleri açıklıyor. Elbette devletin desteği ve teşvikiyle.
2001 krizini hatırlayanlar krizin en büyük tetikleyicisinin bazı bankaların panikle, kendilerini garanti altına almak için henüz vadesi gelmemiş kredileri geri çağırması olduğunu hatırlayacaktır. Batışlar da böylece domino taşı gibi gelmiş, inanılmaz bir kriz yaşanmıştı.
2018 Ağustos ayında yaşadığımız döviz krizinde ise bankalar tam tersine arka arkaya açıklamalar yaparak ülkeye moral vermişti. Burada aslan payını İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali ve Garanti Bankası Genel Müdürü Fuat Erbil’e vermek yanlış olmaz.
Bunlar doğru hamlelerdi.
Peki, başa dönersek, piyasaya kredi verilmesi doğru hamle dedikten sonra birkaç soru sormamız gerekiyor.
1- Bu krediler daha çok, şirketlerin başka batık / ödenemeyen kredilerini ödeyip vadelendirmelerini mi sağlayacak?
2- Bu kredileri çektikten sonra bu parayla ne yaptıkları konusu bir denetime tabi mi? Örneğin bir işletme iki milyon TL KGF aldıktan sonra bu parayı dövize yatırıp olası bir döviz artışında fahiş bir kâr elde etmeyi bekleyebilir mi? Bunun önünde bir engel var mı? Yahut şirketi adına yüklü bir KGF çekip bunu şahsi hesabına aktaran bir şirket sahibi “Ben battım” diyebilir mi? Böyle bir durumda MASAK üzerinden bu kredinin illegal kullanımı tespiti yapılıyor mu?
3- KGF ve benzeri krediler, batak ya da batmak üzere olan şirketler tarafından birkaç ay daha yaşamak ya da diğer bir deyişle kaçınılmaz sonu bir süre daha geciktirmek amacıyla kullanılabiliyor. Bunun yerine yatırım yapacak olan, ihracat yapacak olan şirketlere bu kredileri kullandırmak daha makul olmaz mı?
Geçtiğimiz günlerde her geçen gün büyüyen, sürekli yeni mağazalar açan çok başarılı bir şirketin CEO’suyla konuşurken bu KGF konusundan bahsettim. Krediyi alıp batıran, kötüye kullanan, kendi şirketinin içini boşaltıp sonra da “Ben battım” deyip kenara çekilenlerden söz açıldı. Arkadaşım bir anda elini dizine vurup “Ah ulan!” deyiverdi ve devam etti: “Yıllardır başvuruyoruz bir kez bile alamadık”.
Çok enteresan çünkü bu şirket son 5 yılda mağaza sayısını %1000’den fazla arttırmış, tümüyle yerli sermaye bir şirket.
Bu şirketler alamıyorsa, üreten, ihracat yapan şirketler alamıyorsa kim alıyor bu kredileri?
Bunlar zihin jimnastiği soruları. Üzerine düşünelim, kafa yoralım diye. Mutlaka ki ekonominin kurmayları gereken ne varsa yapmaya çalışıyor. Ama acaba iş orta seviyeye indiğinde, şirketlerin muhatap olduğu orta düzey yöneticiler noktasında tıkanıklıklar oluyor olabilir mi?
Bir Benzer Orta Düzey Sorunsalı: Sanayi ve Teknoloji
Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın bakanlığının ilk günden beri kolları nasıl sıvadığını söylemezsek haksızlık olur. Keza ekibinde de işi en iyi bilen isimlerden oluşan bir üst kadro var.
Sosyal medya üzerinden haberdar olup müdahale ettikleri onlarca vaka var, gözlerimizle şahit olduk.
Ama orta düzeye inildiğinde “Hele bir bekle bakalım”cı bir kadro ile karşılaştığını söyleyen bazı girişimcilere şahit oldum.
Bazı orta düzey yöneticiler sanıyorum üst yönetimin, yani bakan ve bakan yardımcılarının gece gündüz çalışması temposuna uyum sağlamak yerine “Durun yahu, ne bu acele” modunda, patinaj yapıyorlar ve yaptırıyorlar.
Yazık. Bu kadar emeğe yazık ediyorlar. Ülkenin en çok acelesi olan, kapatması gereken mesafesi en çok olan alanlarından biri, “devletin hantal yapısı” klişesinin en yakışmadığı yer.
İlle de insanlar sosyal medyaya mı taşısın, bakan ve bakan yardımcılarını mı etiketlesin? Herkes işini, işi olduğu için yapsa, disiplinle, saygıyla yaklaşsa fena mı olur?