Dünyanın en keyifli işi muhalif yazarlıktır, muhalif yorumculuktur... Destek çıktıklarınız, övdükleriniz, takdirlerinizi belirttikleriniz yaptığınızı doğal karşılar, pek ‘aferin’ gelmez onlardan; buna karşılık, kaleminizin ucunu sivriltip dilinizi makineli tüfek gibi kullanmaya başladığınızda hiç ummadığınız kişilerden bile övgüler alırsınız...
Yakın zamana kadar uyumlu davranmış, içlerindeki sayıları az uyumsuzları sürekli hizada tuttuğu bilinen bazı dostlar son zamanlarda bu keyfi tattılar. Başlangıçta tereddüt geçirenler veya acemilik çekenler de koroya katılınca, bayağı etkili oldukları da söylenebilir...
Medyamızda her dönem kalemlerini kılıç gibi kullanmış ‘müzmin muhalifler’ hep olmuştur. İsim vermeme gerek yok; kendilerini hâlâ ‘merkezde’ sanan gazetelerde köşeleri tutanların çoğu bu tanıma giriyor. Cür’eti maaşlarını ödeyen patrona hakarete kadar vardırmadıkça yerlerini koruyabildikleri için, aralarında kaç nesildir hep aynı şeyleri yazadurup varlığını sürdürenler de var...
Onlar aralarına yeni katılanlardan biraz şaşkın, ama mutlu görünüyorlar... Şaşkınlıkları, aralarına yeni katılanların daha maharetli oluşları sebebiyle...
Unutmayalım, ‘yeni muhalifler’ bugüne kadar Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yurtiçi ve yurtdışı gezilerinde yanında götürdüğü gazeteci grubunun doğal üyeleriydi. Bunun kendilerine sağladığı imtiyazı doğrusu iyi kullanıyorlar. Aynı masada yemek yedikleri, yol boyu sohbet fırsatı buldukları siyasiler ve meslektaşlarıyla samimi sohbetlerinde öğrendikleri bilgileri kullanabilme rahatlığına sahipler çünkü...
Diğerlerinin, yani müzmin muhaliflerin, asla sahip olmadıkları bir üstünlük sağlıyor bu durum yeni muhalif kalemlere...
Keyifleri her hallerinden belli...
Evet onlarla kılıç tokuşturan, her dediklerine ve yazdıklarına aynı üslupla cevap yetiştiren başkalarını da unutuyor değilim; onların da benzer bir keyif hali yaşadıkları her hallerinden belli. Sonuçta ‘muhalife muhalefet’ de yine keyif kaynağıdır. Karşılıklı atışmalar, söz düelloları, rakibin bileğini masaya yapıştırma amaçlı pazu tokuşturmaları vücutta mutluluk salgılarını harekete geçirir.
Geçiriyor olmalı ki, şu sırada iki taraftan yakınım meslektaşların her satırından kılıç şakırtıları gelen yazılarını gıptayla okuyorum. Onlar da benim gibilerin garip hallerine kimbilir nasıl acıyorlardır...
Kimseyi kınadığım sanılmasın; ‘aşağıya tükürsem sakal, yukarıya tükürsem bıyık’ hali benimki... İki taraf da rencide olmasın gayreti yüzünden tükürsem tükürüğümün yüzüme gelme tehlikesi var.
Ruşen Çakır, daha ilk kıvılcımlar çakmaya başladığında, bunun bir ‘meydan muharebesi’ne dönüşebileceğini yazmıştı. ‘Meydan muharebesi’, taraflardan birinin ringde bir daha ayağa kalkamayacak hale geldiği, diğerinin de tükenmeye az kala elinin havaya kaldırıldığı boks müsabakası gibidir. Biraz daha ilerisi, Japonların ‘kamikaze’ (dillerinde ‘kutsal rüzgâr’ demekmiş) adıyla ünlendirdikleri hedefe bütün gücünle saldırma hamlesidir. İkinci Dünya Savaşı’na katılan Japon savaş pilotları, ‘Hisatsu’ diye bağırarak uçaklarını en büyük zararı verecek biçimde düşman gemisine çarptırırlarmış...
‘Kamikaze’ mi, ‘meydan muharebesi’ mi?
Şimdilerde hangi türden bir kapışmanın yaşandığını, ancak ortalık toz dumandan arınınca belirecek tabloya bakarak söyleyebiliriz.
O zaman sorulacak bir soru daha olacak elbette; “Değer miydi?” sorusu...