Teorik olarak, bir üniversitede her şey çalışılabilir. Yani, her konu, bilimsel araştırmanın inceleme alanına girebilir. Yeter ki belli bilimsel yaklaşımlara ve yöntemlere uygun olsun. Her bir konunun nasıl inceleneceğine ilişkin bir takım kabuller ve kısıtlamalar söz konusu.
Hukuk, tıp, mühendislik, fen-edebiyat, eğitim, iktisadi ve idari bilimler ve eğitim gibi fakülteler üniversitelerin çoğunda var. Fakülteler altında bölüm ve programlar söz konusu. Öğrenciler ve akademisyenler bu örgütlenme biçiminin izin verdiği ölçüde, bir konuyu incelemeye alabiliyorlar.
Yükseköğretim araştırmaları
Peki, hayatın hemen her alanıyla ilgili araştırma yürüten üniversitelerimiz, kendilerini yeterince araştırıyor mu? Daha önemlisi, eleştirel düşüncenin mekânı kabul edilen üniversiteler, kendilerine yeterince eleştirel bakabiliyorlar mı?
Bu soruya olumlu bir cevap vermemiz mümkün değil. Türkiye’de 5,5 milyon yükseköğretim öğrencisi var. Türkiye yükseköğretim sistemi, OECD ülkeleri arasında en büyük sistemlerden bir tanesi oldu. Buna rağmen, Türkiye’de üniversitelere ilişkin araştırmalar, alabildiğine az. Türkiye, 30 yıldır YÖK’ün reform edilmesi gerektiğini konuşuyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de çeşitli vesilelerle, uluslararası uygulamaları model alan yükseköğretim reform çalışmalarına destek olacağını ifade etti. Ancak, somut bir gelişme olmadı. Bunun bence en temel sebeplerinden biri, üniversitelerin kendi sorunlarına yeterince duyarlı olmaması ve çözüm önerileri geliştirememeleridir.
Nasıl bir reform yapılacağını bilmeden, bir reform yapmamız mümkün değil.
Sayıları 100’e varan eğitim fakültelerinde yapılan çalışmaların ise niteliği oldukça sorunlu. Yapılan akademik çalışmaların sürekli reform yapılan eğitim sistemine etkisi, oldukça az. Birçok yetenekli genç, pratikte anlamı tartışılan ve alabildiğine mikro çalışmalarla yıllarını heba etmekte. Ayrıca, eğitim fakülteleri, yükseköğretim araştırmalarına genel olarak uzak.
Eğitim fakülteleri dışındaki alanlar da, yükseköğretimin sorunlarına yeterince duyarlı değil. Bunların başında ise sosyoloji gelmekte. II. Dünya Savaşı sonrasında yükseköğretimin alabildiğine genişlemesiyle birlikte, yükseköğretim sosyolojisi alanı ABD gibi ülkelerde önem kazandı. Ancak Türkiye’de birkaç istisna dışında yükseköğretim sosyolojisi çalışan çok az kişi var. Benzer tespitler, siyaset bilimi ve iktisat alanları ile yükseköğretimin kesişme alanları için de söylenebilir.
Özetle, çok az sayıda akademisyen, yükseköğretimin sorunlarıyla ilgileniyor.
Sevindirici gelişmeler
Yukarıda ifade etmeye çalıştığım genel tablonun dışında, son yıllarda sevindirici gelişmeler de var. Daha önce YÖK’te birlikte danışmanlık yaptığımız için yakından tanıdığım ve Türkiye yükseköğretim sorunlarına kafa yoran isimlerden olduğunu bildiğim Bülent Ecevit Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Özer, yükseköğretim araştırmalarının Türkiye’de gelişmesi için önemli adımlar attı. Bülent Ecevit Üniversitesi bünyesinde çıkan Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, üç yıldır düzenli bir şekilde yayımlanıyor. Ayrıca üniversite bünyesinde bir yükseköğretim araştırmaları merkezi kuruldu.
Bir diğer sevindirici gelişme, İstanbul Üniversitesi Rektörü olan Prof. Dr. Yunus Söylet ile Prof. Dr. Recep Öztürk’ün yönetiminde çıkan Yükseköğretim Dergisi. Her iki isim de YÖK üyeliği yaptı ve sisteme ilişkin sorunları iyi biliyorlar. Yunus Hoca, yükseköğretim alanında yetişmiş insan kaynağı ihtiyacını karşılamak için, İstanbul Üniversitesinde yükseköğretim planlaması alanında bir yüksek lisans programının açılmasına da öncülük etti.
Marmara Üniversitesi’nde de bir yükseköğretim araştırma merkezi kuruldu.
Bütün bu gelişmeler, sadece bir başlangıç olarak düşünülmeli. Bilimsel bilgiyi etrafına yayan üniversite, kendisi üzerine de bilimsel incelemeler yaptıkça, zamanla sorunları azalacak ve böylece Türkiye’nin gelişmesine daha çok katkı yapacaktır.