İranlı mütefekkir Seyyid Hüseyin Nasır, Türkiye’deki muhafazakar kamuoyu tarafından bilinen ve sayılan bir isim. Ancak onun oğlu olan Veli Nasır’ın da biraz dikkat celbetmesinde fayda var. Çünkü oğul Nasır, iki yıl önce ABD’de yayınlanan ve “İslami Sermayenin Yükselişi” adıyla Ufuk Yayınları tarafından geçenlerde Türkçe’ye çevrilen kitabında Türkiye’ye dair epey önemli şeyler diyor.
Amerika’da başarılı bir akademik kariyere sahip olan Veli Nasır’ın kitabının özgün ismi “The Rise of Islamic Capitalism.” Yani, “İslami Kapitalizmin Yükselişi.” Ama bunu duyunca sol jargonun “açgözlülük, sömürü, talan” gibi klişeleri gelmesin hemen aklınıza. Nasır’ın “kapitalizm”den kastı, “piyasa ekonomisi”nden başka bir şey değil. Kitapta anlattığı ise, Dubai ve Türkiye örneklerinden yola çıkarak, İslami değerlere uygun bir piyasa kültürünün Ortadoğu’yu nasıl etkileyeceği.
Kitabın ilginç yanlarından biri, geçtiğimiz yüzyılda Ortadoğu’da işlerin neden kötü gittiğine dair getirdiği analiz. Nasır bu analize girerken önce Batı’daki yaygın bir ezberi ele alıyor. Bu ezbere göre Ortadoğu’nun Müslüman ülkeleri bir türlü modernleşip kalkınamıyorlar ve bunun sebebi de “katı ve dogmatik inanca” yani İslam’a olan bağlılıklarından başka bir şey değil.
İslam “terakkiye mani “ oluyor, yani...
Bu ezberin doğal sonucu ise, İslam ülkelerinde ne kadar gelişme olduysa, bunun İslam’a rağmen ve onu baskılayan rejimler eliyle olduğunun varsayılması. Türkiye’nin başarı öyküsü, örneğin, sırf Atatürk’e ve onun katı laikliğine bağlanıyor. Araplar ise, bir türlü kendi Atatürklerini çıkaramamış, kendi Kemalizmlerini üretememiş “şanssız” halklar sayılıyor.
‘İslami kapitalizmin yükselişi’
Ancak Veli Nasır, sadece Batı’da değil bizde de çok yaygın olan bu ezbere temelden karşı çıkıyor.
Çünkü ona göre sorunun özünde, Kemalizm’in İslam’ı yeterince saf dışı edememiş olması yatmıyor: Tam tersine, sorun, Kemalizm’in ta kendisi!..
Bunun iki sebebi var. Birincisi, Kemalizm’in, devlet tarafından dayatılan otoriter bir proje olduğu için giderek hantallaşması. Bu, onu iktisadi başarısızlığa mahkum ediyor.
İkinci sebep, Kemalizm’in, dine karşı hasmane veya en azından mesafeli olduğu için, geniş muhafazakar kitleler tarafından peşinen reddedilmesi. Bu da İslam ile modernite arasında zorunlu olmayan bir gerilim üretiyor. (“Köktendincilik”, Nasır’a göre, Kemalizm’e karşı bir tepki ve onun tersten taklidi.)
Kitabın en enteresan tarafı, Kemalizm’i Türkiye’ye has bir sistem olarak değil, aksine ufak modifikasyonlarla tüm Ortadoğu’da denenmiş bir model olarak sunması. Nasır, bunun tarihsel dayanaklarını da ortaya koyuyor: Atatürk devrimlerinin, İran’da Şah Rıza Pehlevi’yi, Mısır’da Nasır’ı, Pakistan’da Eyüp Han’ı nasıl etkilediğini anlatıyor. Baas partilerinin Kemalizm’den nasıl ilham aldığını gösteriyor.
“Arapların Atatürk’ü yok” değil, yani... Aksine Ortadoğu, Atatürk taklitlerinden (yani modernist ve militarist tek parti liderlerinden) geçilmiyor.
Araplar’ın asıl Menderes’i, Özal’ı ve Erdoğan’ı yok. Yani, demokrasiyle iş başına gelen, muhafazakar değerleri kucaklayan ve piyasa ekonomisini ilerleten liderler...
Nasır’ın tezini şu dönemde daha da anlamlı hale getiren unsur ise, sözünü ettiği Kemalist paradigmanın tarihe karışmakta oluşu.
Ortadoğu’daki laik tek parti diktalarının tek tek yıkan Arap Baharı süreci, işte tam da buna karşılık geliyor. Tunus’ta veya Mısır’da yıkılan, Suriye’de ise ayakta kalabilmek için iyice canavarlaşan siyasi modeller, o ülkelerin Kemalizm adaptasyonları.
Suriye’deki olaylara biraz bu gözden bakmakta fayda var. O zaman büyük resmi daha iyi görebilir ve kimlerin hangi pozisyonları niçin aldığını daha iyi anlayabiliriz.