Önce şu karikatürü okuyalım..
‘KATT’ imzalı karikatüristin kim olduğunu bilmiyorum, ama, sanırım, bugünkü ‘Suriye - Türkiye gerilimi’ni en güzel şekilde anlatıyor. Beşşâr Esed’in sırtına Amerika, İran, Rusya ve İsrail’i bindirmiş, -vakıa da bu..- ama, Esed, karşısında Türkiye’yi görünce hışımlı bir şekilde ‘NO / Hayır!’ diyor..
***
Bugünlerde Suriye’yle ilgili askerî hareketlenmelerin haberleri verilirken, sık sık ya bazı isimler yanlış yazılıyor, ya da coğrafî noktaların isimlerde sıkça kullanılan bazı kelimelerin ne mânâya geldiği bilinmediğinden, ‘Bu ne demek acaba?..’ gibi sualler beliriyor nicelerinin zihinlerde..
Önce, Beşşâr, ‘Esed’ mi, ‘Esad’ (daha doğrusu, Es’ad) mı, oradan başlayalım.
Bir kişinin adı, Es’ad da olabilir, Esed de.. Ama, ikisi arasındaki mânâ çok farklıdır. Esed, ‘aslan’ mânâsındadır; ‘Es’ad ise, ‘en mutlu, çok bahtiyar’ mânâsında.. yazılışları da farklıdır; ‘Esed’ (اسد ) şeklinde yazılır, ‘Es’ad’ ise, اسعاد )) şeklinde..
Suriye rejiminin başındaki kişinin adı, Beşşâr Esed’dir, Es’ad değil..
***
Gelelim diğer kelimelere.. ‘Tel’, ‘Kefer’ veya ‘Ayn‘ ile başlayan veya biten kelimeler.. Ama, bunların mânâsı da, çoklukla bilinmiyor. ’Tel’, arabçada, ‘tepe’ mânâsına gelen bir kelimedir. Tel Abyâd, (Abyad Tepesi) gibi..
‘Kefer’ ise, ‘çiftlik’ mânâsındadır. Meselâ, ‘Kefer Raman’ (Raman Çiftliği..) gibi..
‘Ayn’ ise, ‘göz’ mânâsına geldiği gibi, ‘çeşme’ mânâsına da gelir; Re’s’ul-Ayn, Ayn’el-Arab ‘Çeşme başı, Arab Çeşmesi..’ gibi..
***
Bu kelimelere bu kadar değindikten sonra, özellikle ‘küfr’ kelimesi üzerinde de duralım biraz..
‘Küfr’, (kfr) kökünden gelip, (bir şeyi) ‘örtmek’ mânâsınadır. Bu bakımdan çiftçilikle meşgul olan kişiye, ‘toprağa tohum ekip onun üstünü örten..’ mânâsında, ‘kâfir’ de denilir.
Merhûm Muhammed İqbâl’e de birisi ‘kâfir’ deyince; o da, ‘Evet, kâfirim.. Hakk’tan gayri her şeyin kâfiri!.’ diye karşılık vermişti.
Ama, ‘küfür’, türkçede müstehcenliği içeren bir mânâya da bürünmüş..
Evet, bugün türkçede, ‘kfr’ kökünden türeyen ‘kâfir’ ve ‘kefere’ kelimeleri, hakikati, gerçeği inkâr ve reddetmek için kullanılan bir olumsuzlama teriminden ayrı olarak; bir kişi veya topluma hakaret etmek, onları aşağılamak, karşı tarafa müstehcen niyet ve müstehcen kelimelerle saldırmak gibi daha özel ve sınırlı bir çerçevede de kullanılmaktadır. Sokaklarda, bayağı kişilerin, -hem de ulu-orta ve etrafta aileler ve olup olmadığını bile düşünemeyecek kadar bir seviyesizlikle-, ağızlarında, belden altı, edeb bölgelerinin isimleriyle konuştukları veya karşı tarafa saldırdıkları hemen daima görülür.
***
Meselâ, İst. Belediye Meclisi’nin 10 Şubat günü toplantısında yaşanan durum da bu cümleden.. İstanbul BŞ. Belediyesi’nin (CHP’li) Başkanı olan kişi, son deprem âfeti sırasında, o bölgeye gidip hemen ardından, aile efradı ile Erzurum’a ‘kayak’ yapmaya gidince, yandaşlarınca bile eleştirildi.
Sözkonusu toplantıda, (AK Parti’li) bir üye de, Başkan olan kişiye, ‘Kayak nasıldı?’ diye, siyasette daima rastlanabilecek şekilde sataşınca; -İstanbul BŞ. Beld. Başkanlığı’nı uhdesinde bulunduran bir kimsenin; sokak serserilerinin, haytaların bile herkesin huzurunda ağıza almaktan utanacağı bir şekilde, çok galiz, çirkin ve müstehcen kelimelerle, ‘Kayak senin…..’ diye başlayan mübtezel bir cümleyle karşılık vermesi, evet, ağır bir küfürdür.
Sözkonusu kişi, daha sonra, Belediye Meclisi’nde ekseriyeti temsil eden AK Parti’li üyelerin, ‘Özür dilemezsen, Meclis’i terkederiz..’ tehdidleri karşısında, ‘Boşta bulundum, üzgünüm..’ filân demiş; onlar da bu beyanı özür dilemek olarak kabul etmişler.. O hakarete uğrayan üye ise, bu konuyu mahkemeye taşımış.. Ancak, evvelki gün, ‘Üzgünüm’ diyen kişi, şimdi de, ‘O konu, boş bir konu..’ diyor.. Yani, ‘Özrü kabahatinden büyük..’
Kişinin, karşı tarafa hıncını, kızgınlığını veya düşmanlığını, ‘sokak serserileri’nin diliyle değil; daha bir dikkatli seslendirilmesi gerekir. Çünkü, ağızdan çıkan söz, yaydan fırlayan ok gibidir, o bir defa çıktı mı, artık geri alınması-çekilmesi mümkün değildir ve hedefli veya hedefsiz olarak bir yerlere varır ve bir yerleri yaralar zedeler. O halde o oku baştan tutmak gerekir. Ve, bu gibi çirkin kelimelerle konuşanlar, o sözün kendilerine döneceğini de taa baştan kabul etmelidirler. Bu nezaket kuralı, ‘Ben 16 milyonun temsilcisiyim..’ diyen kişiye de bilhassa hatırlatmalıdır.
***
Ve, KK. bey’in çizdiği ‘dağ’ resmi, bir ‘fare’ bile doğurmadı.
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, haftalardır FETÖ’nün siyasî ayağını açıklayacağım iddiasıyla ortaya çıkıp, 11 Şubat günü yaptığı konuşma, 15 Temmuz öncesi ve sonrasında, Tayyib Erdoğan’ı yıpratmak için devamlı söylediği suçlayıcı iddialardan başka farklı bir şey söyleyememesi, evet, ‘dağ fare doğurdu’ kabilinden.. Çünkü, söyledikleri, yeni bir şey değildi, eski ve tefessüh etmiş, kokuşmuş ve gerçeği anlamaya hizmet etmeyen iddialar..
Keşke, ciddî bir şey söyleyebilseydi..
Ama, o, hattâ bazı savcıların ‘iddianâme’lerinden bile bölümler aktardı. Halbuki, adı üstünde, ‘iddianâme..’ Kaldı ki, ordu içindeki ihtilalci, darbeci unsurları bertaraf etmek için başlayan ‘Ergenekon Yargılamaları’ sırasındaki iddianâmeleri ağır şekilde suçlayan da kendi partisiydi.
Anlaşılan veya anlaşılması gereken, herhalde şu olmalıdır ki, Kılıçdaroğlu, millet üzerinde hele de son 100-150 yıldır bir tahakküm düzeni kurmuş olan ve kendi kendilerini ‘aydın’ vs. gibi yaldızlamalarla nitelemekten utanmayan ‘kemalist-laik kadroların zorbalık vesayeti’ni Devlet zannedip, o devlet mekanizmasını ve hele de -milletin kutsal değerlerine savaş açmış olan- ‘laïcism’ anlayışını bayrak edinen anlayışı ve o kadroları kutsuyor. Ve, iktidara gelenlerin, özellikle de ‘İttihad-Terakkî’ döneminden bu yana, yani 100 yılı aşkın bir zamandır milletimize musallat ve tebelleş olan ‘kemikleşmiş vesâyet sistemi’ne asla dokunamayacaklarını düşünüyor. Yani, millet ne isterse istesin, ‘kemalist-laik rejim’in ‘kutsal’ına asla dokunulamaz!
***
Çünkü, o anlayış ve bağlı kadroları, milletin aklı ermez demiş ve Millet’i ve milletin devletini, ‘Biz askerler veya yüksek bürokratlar veya kendilerini ‘aydın’ diye niteleyen ‘mankurt’lar idare ederiz..’ demişlerdir, lisan-ı hâl ile..
Saltanat sisteminde, hiç değilse, bu anlayış ‘saltanat hakkı’ diye dayatılıyordu. Ondan sonra gelen sistemin tutarsızlığı ise, aynı dayatmacı mantığı, ‘Cumhuriyet / Halkın ekseriyetinin iradesine dayalı yönetim sistemi’ adına uygulamasıdır..
İşler rayına henüz yeni yeni oturuyor gibi..
KK. bey, bunları görmüyor, vesayet kurumlarının milletin hayatına tasallutunun devamını istiyor.
***
KK. bey’e hatırlatalım.. Kenan Evren de, Demirel de, Özal da ve çok sevdiği Ecevit de, sosyal hayatta fiilen birer STK durumunda olan bir takım cemaatlerin, tarikatların çalışmalarına, kendi işlerine geldiğinde ve de kanunlara uygun bir çerçevede oldukları müddetçe karışamamışlar ve hattâ onlardan destek almışlardır. Nitekim, 28 Şubat 1997’nin Askerî Darbesi’nin generalleri de, ‘F.G’yi istedikleri gibi kullanıp, onu, Erbakan hakkında, ‘İdare edemiyorsun, çekil git!’ diye konuşturmuşlar ve o sözleri gazetelerin manşetlerine çekilmişti.
Erdoğan, ‘İttihadçı’ların ve onların devamı olan ‘kemalist-laik’lerin 100 yıla yakın zamandır yaptıkları gibi, kanûnen suç işlenmeden zann ve vehimlere göre mi davranmalıydı? Ama, suç işlenince de, gereken yapılmıştır, yapılmaktadır.
Bir ‘recm’ cezasının uygulanması konusunda Hz. Îsâ’nın, ‘İlk taşı, bu günahı işlemeyen atsın..’ dediği rivayet edilir ve kimse atamaz ya, öyle bir durum, KK. bey.. Aynaya bakarsanız, orada bir siyasî ayağı siz de görebilirsiniz.