Yakın bir tarihe kadar Türkiye’nin özellikle kendi etrafındaki ülkelere, daha genel anlamda İslam dünyasına bir ‘model’ olarak gösterilmesine sıkça tanık olduk. Kendi adıma bu teze hiç sıcak bakmadım; siyasi tecrübemizin görece diğerlerinden fazla olması, ‘model olmak’ gibi iddialı bir yaklaşımı geçerli kılmaya yetmiyor.
Öte yandan Türkiye’deki demokratik tecrübenin ana damarlarından birisinin, hatta şu sıralar bakıldığında neredeyse yegane damarın ‘İslami siyasi tecrübe’ olduğunu söylemek herhalde abartılı sayılmaz. Sıkça öne sürülen tezlerin aksine, Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin bu tecrübenin devamı olduğunu söylersek, bugün Gülen cemaatiyle yaşanan çatışmaya daha anlamlı bir yerden bakma şansınız olabilir.
Risale-i Nur kökenli hareketlerin hatırı sayılır bir kesiminin ‘siyaset dışı’ kalması, bu yönde farklı bir tercihi yıllar öncesinde yapmış olan Gülen cemaatine belki kendisinin dahi beklemediği bir manevra alanı verdi. Sonrası malum; uluslararası ölçekte faaliyet gösteren, ancak tam da bu alanda var olma kaygısıyla ‘sistem’le uzlaşmayı önceleyen, buradan aldığı güçle Türkiye siyasetinde giderek etkin hale gelen bir ‘siyasi hareket’ ortaya çıktı.
Milli Görüş hareketi, elbette bir siyasi partiden fazlasıydı. Ciddi kırılmalar yaşansa bile Nakşibendi geleneğinin bir parçası/devamıydı. Ancak her durumda tezleri, duruşu, siyasi tercihleri ve dünyaya bakışı açık ve şeffaftı. AK Parti tecrübesi, bir anlamda bu çıtayı daha farklı bir yere taşıdı. İşte ne olduysa o sırada oldu ve ilk kez bu kadar açık ve kuvvetli biçimde, Nakşi ve Nurcu diye tarif edilen iki yapının ittifakıyla yola çıkıldı.
***
Tanıklarım var, yazdıklarım ve söylediklerim ortada. O nedenle daha başından itibaren bu ittifakın eninde sonunda bir çatışma noktasına geleceğini söylediğimi rahatlıkla ifade edebilirim.
Nitekim, konuu yakından izleyenlerin dışında hemen herkesin sanki bugün ortaya çıkmış gibi gördüğü bu çatışma, AK Parti iktidarının daha ilk yıllarında, özellikle bürokraside sert biçimde yaşanmaya başladı. Burada takip etmemiz gereken tek bir ipucu var, o da bu çatışmayı anlamamıza yeterli. Tayyip Erdoğan’ı tasfiye etmeye yönelik tüm hamleler, tam da bu çatışmanın yansımasıydı.
İsterseniz daha geriye gidelim. İlk hamle 2003 yılında Siirt seçimleriyle bozuldu. O sıralarda Erdoğan’ın siyasi yasağını sürdürenlerin oyunu, kelimenin tam anlamıyla ‘devlet refleksi’yle bozuldu.
Daha sonraki yıllarda bürokraside bu çatışma, ağırlıklı olarak cemaatin lehine devam etti. En sert hamle ise kapatma davasıyla geldi. AK Parti’ye açılan bu davanın amacı, Erdoğan’ı tasfiye edip, partinin ana gövdesiyle yola devam etmekti. Bir kritik oyla Anayasa Mahkemesi’nde bu oyun bozuldu ve Erdoğan bir kez daha yoluna devam etti.
İplerin yeniden karşı tarafa geçmesi, peşpeşe gelen kritik dava süreçleriyle oldu. Ergenekon, Balyoz ve diğerleri. Burada başlayan tasfiye hareketi, eninde sonunda önce İlker Başbuğ’a, ardından 7 Şubat kriziyle Hakan Fidan’ın kapısına geldi dayandı. 17 Aralık? Sürpriz öyle mi!
İpler zaten hep zayıftı, tümüyle koptu.
***
Sonrası çok güncel ve herkes herşeyi biliyormuş gibi konuşmaya devam ediyor.
Ak Parti’yi on yıllık bir siyasi hareket, cemaati ise Risale-i Nur üzerinden yüz yıllık geçmişe sahip olarak gösterenler, bunların ikisinin de doğru olmadığını pekala biliyor.
Ak Parti yaşanan kırılmalara rağmen bu toprakların en derinlikli ve sahici geleneğinin bir devamı. Peki cemaat ne kadar Risale-i Nur hareketi. O tartışmayı da kendilerine bırakıyorum.