‘El Salvador’da, Cezayir’de, Guatemala’da, Saraybosna’da çocukların vuruluşunu gördüm. Fakat hiçbir yerde, askerlerin çocukları bir fareyi tuzağa düşürür gibi kendilerine doğru çekip, spor olsun diye öldürdüklerini görmedim.’ Bu satırlar 2001’de Harpers dergisinden Chris Hedges’e ait. Hedges’in makalesiyle APİAC harekete geçip, kendisini anti-semitik ilan etti. Yukarıdaki satırları hissetmek için belki Filistin’e ya da Gazze’ye gitmeye gerek yok. Ama İsrail vahşetini yerinde gördüğünüzde, Hedges’in ne demek istediğini, bütün iliklerinize kadar hissediyorsunuz. İsrail’in bombardıman altında tuttuğu Gazze’de geçirdiğimiz saatlerin zihnimden silinmesi mümkün değil. 2012’de Gazze’de acı dolu sahneleri şöyle not etmişim:
‘Abluka altındaki Gazze’de dolaşırken, nereye düşeceğini bilmediğiniz bomba seslerinin dışında, sürekli duyduğunuz bir tek ses var: İsrail’in insansız hava araçlarının vızıltısı! Sürekli, hiç değişmeyen, aynı tonda, aynı yükseklikte bir vızıltı. Tıpkı İsrail’in yıllardır değişmeyen siyasal aklı, ahlakı ve korkuları gibi. İsrail, bölgemizde yaşanan değişimi ve krizi, sokak yerine gökyüzünde görünmeyen ama duyulan bir makineden izlemeye devam ettiği sürece, bu coğrafyaya ait olmayı beceremeyecek.
Peki ne oldu? İsrail Gazze’ye saldırarak ne kazandı? 4 yıl önce, 10 yıl önce, 12 yıl önce... yıllardır ‘yok ettiği Hamas alt yapısını’ bir kez daha ‘yok etmenin’ dışında eline ne geçti? İşgal en acımasız şekilde devam ettiği sürece, ambargo devam ettiği sürece, Filistinli her hangi bir grubun altyapı sorunu, insan kaynakları sıkıntısı çekmesi gerçekten mümkün mü?’
Yukarıdaki sorular, 2014 Gazze saldırısı için de geçerli. İsrail, hala fizikken Ortadoğu’da zihnen Washington’da yaşayan maliyetli bir proje. Hayat tarzını tehdit ve korkudan, dünya görüşünü Holokost’tan, habitatını işgalden devşiren bir yapının artık hiç kimseyi şaşırtmayan Gazze saldırıları tekrar ediyor. Hamas ve Fetih uzlaşmasının ortaya çıkmasıyla yeniden hareketlenen İsrail, Amerika’nın da uzlaşmaya oldukça soğuk yaklaşmasını bir avantaj olarak değerlendirdi. Sisi darbesi sonrası Gazze ambargosunun daha da ağırlaşmasını, yönetmekte zorlanacağı bir kriz değil fırsat olarak gördü. Sonuçta açık hava hapishanesinden farksız Gazze’ye bir kez daha saldırdı.
Yaşanan saldırıların jeopolitik analizi ya da Filistin’de süreci bundan sonra nasıl şekillendireceği üzerine, hemen herkesin defalarca duyduğu cümleleri tekrarlamanın bu aşamada tarihe kayıt düşmekten daha fazla bir değeri bulunmuyor. İçine düşülen fasit dairenin, ortaya bir gelecek perspektifi koymaya ve yol haritası çizmeye fazlaca imkan vermediği de ortada. Hal bu iken her şeyi unutup yaşanan son saldırıda Türkiye’nin de payı olduğunu iddia eden kalemler de var.
Akla ziyan bir akıl yürütmeyle, üç yıldır Baas rejiminin katliamlarını ‘doğal afet’ gibi, isyan eden Suriye halkını da provokasyona gelen iradesiz maşalar olarak sunarken, ‘Suriye rejimi ve İran’ın, Türkiye’nin desteklediği Suriye isyanı yüzünden meşgul olmasının İsrail’i cesaretlendirdiğini’ söyleyecek kadar ileri gidenler var. Hızını alamayıp, Halid Meşal’in bu manzarayı göremeyecek kadar ‘basiretsiz’ olduğunu da ekliyor. Bu ve benzeri akıl yürütmeleri yapanların ahlaki düzeyleri bir yana, bizlere orijinal bir şey söyledikleri de yok.
Kafayı Türkiye ile bozmuş Washington’daki aleni Siyonist kalemlerin satırlarıyla, Suud veya İran mahreçli hiçbir tutarlılık sorumluluğu hissetmeyen Türkiye eleştirilerini, Türkçeye çevirip birleştirdiğinizde, yeni tür İslamcı dragoman zeka ve ahlak düzeyinde köşe yazısı elde edebilirsiniz. Gerçekten, benzerlik değil, bazen bire bir cümleleri bile aynı olan argümanlar bunlar. Zira, ‘Müslüman kardeşlerin aklını’ deşifre etmeye yeltenirken, her harfi çarpıtma olan analizini, itiraf eder gibi, Sisi yanlısı bir akademisyenden Mısır’ı dinleyip yazdığını bizzat söylüyor. Gazze’yi yazarken Netenyahu, Dahlan ya da Esed yanlısı bir isimden dinleyip dinlemediğini bilmiyoruz. Tavsiyem yeterince açıktan Baasçı, Sisici ve Siyonist kalem varken türevlerine itibar etmemeniz yönünde.